Özgül Saygun
o.saygun@hotmail.com
Kürtaj tartışması ülkemizde neredeyse diğer tüm önemli konular gibi bir anda parlayıp bir anda söndü. Genelde diğer tüm konularda ve özelde kürtaj tartışmasında dalgalar halinde gelen bu ani yükseliş ve inişlerin akıllardaki birçok soruyu cevapsız bıraktığını, birçok kişiyi de konuya karşı daha bilenmiş bırakarak uzaklaştığını düşünüyorum. Bu alışkanlık sadece bizim toplumumuza özgü bir şey de değil. Örneğin, Cinsellik, Şiddet ve Hukuk adlı kitabında Alev Özkazanç Türkiye'de kürtaj hakkına hükümet tarafından gelen saldırıya karşın feministlerin ilk tepkilerinin "Kürtaj hakkımızı tartışmayız" olduğunu ancak ilerleyen zamanlarda feministlerin kendi aralarında bile bu hakkın temellerini tartışmak zorunda kaldığını gördüğünden bahseder. Feminist mücadele içinde tüm hak mücadelesini ezbere bildiğimizi ve hepsini tartışmasız savunacağımızı düşünmek çok ütopik olurdu. En azından 21. yüzyıldan dönüp geçmiş 150 yıllık tarihimize baktığımızda en basit örneğiyle gördüğümüz dışarıya (ataerkil topluma) verdiğimiz ısrarcı mücadelemiz olduğu kadar içeriye (feminist hareketin kendisine) eleştirel bakabilmek olduğunu görmemiz gerekir. Bu nedenle birkaç hafta önce kürtaj hakkı üzerine tartışmalar patlak vermiş olsa da, yazmayı geciktirdim. Kürtaj hakkımızın üzerine düşünmek ve okumak gerekiyor. Bu nedenle yaptığım araştırma ve okumaların kürtaj üzerine konuşmak için yeterli olduğunu savunmasam da bir yerden başlamamız gerektiğini düşünüyorum.
Kürtajın tartışmaya açıldığı her toplumsal durumda, "yaşam hakkı" öylesine ısrarla savunulur ki feministler çoğu zaman aynı ısrarla kürtajı savunmak zorunda kalır. Ancak dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta da, kürtajı baştan bir cinayet gibi gören düşünceye karşı aynı söylemle kürtajı savunmak düşünceyi değiştirmek değil yeniden üretmek olacaktır. Fetüsün yaşam hakkı üzerinden kürtajı cinayet olarak gören kesime karşı -haklı nedenler de olsa- kadınların kürtaja mecbur bırakıldığını, çeşitli koşullarla buna itildiğini söylemek de kürtajın temelde cinayet olduğu düşüncesini yeniden üreten bir savunmadır. "Kürtaj cinayettir" söylemine karşı atabileceğimiz en doğru adım "yaşam hakkı" diye bahsedilen şeyin aslında sadece nefes almaktan ibaret olup olmadığını sormak ve hamileliğini sonlandıran kadınların çoğu zaman kendi hayatlarına -yaşam haklarına- sahip çıkmak için bunu seçtiğini ortaya çıkarmak olacaktır.
Feminist Güzergah isimli kitapta Françoise Collin ve Irene Kaufer kürtaj üzerine olan tartışmalara hem tarihsel açıdan bakar hem de bugünkü tartışma alanı ve geçmişteki mücadeleye dair birçok değerli söz söyler. Yukarıda da bahsedildiği gibi ani yükselen kürtaj karşıtı savunmaya karşı feministlerin kürtajın kendisini kapsamlı şekilde kendi içlerinde tartışamadığını söyler ve der ki;
"...toplumun direnci, feministleri, kürtajın kapsamını en aza indirmeye ve rakiplerin ellerine koz vermemek için onu tahlil etmekten imtina etmeye zorlamıştır. Kürtajın şiddeti, travmatik niteliği ne tahlil edilebildi, ne dile getirilebildi. Oysa bu edim, ona teslim olmak zorunda kalanlar için hiçbir zaman önemsiz değildi." (Feminist Güzergah, 2015; 67)
Kürtaj elbette bir doğum kontrol yöntemi değildir. Kürtajın amacı, doğum kontrol yöntemleri başarısız olduğunda istenmeyen gebeliği düzeltmektir. Kürtaj hakkını savunmak, anneliğe karşı verilen bir mücadele değil, "zorunlu" anneliğe karşı verilen bir mücadeledir. Bu nedenle de feminist hareketin her zaman en somut mücadelelerinden biri olmuştur. Kendi kaderini ve bedenini tayin hakkı üreme organına sahip insanlar için en somut taleptir ve bu somut talep diğer sosyal ilişki yapılarını da ortaya çıkarmak için bir araçtır.
Yaşam Hakkı Kimin Hakkı?
"Kürtajı savunurken kurduğumuz söylem, iktidarın bu biyopolitik yönelimini teşhir etmeyi önemsemeli, yani nüfusun ne anlama geldiğini, üremenin bugünkü somut iktidar koşullarında neden ve nasıl politik anlamı olduğunu tüm karmaşıklığı ile ortaya kormalıyız" (Cinsellik, Şiddet ve Hukuk, 2013; 254)
Özellikle ülkemizdeki yaşam hakkından bahsediyorsak, bu yaşam hakkının koşullarından da bahsetmeliyiz. Sağlık alanına bakacak olursak, ülkemizde kalp hastalıkları oldukça fazla, üretim yapan fabrikalarda denetim yok denecek kadar az, herhangi bir araştırma, istatistik ya da önlem alma mekanizmamız olmadığı için örneğin geçtiğimiz aylarda patlak veren Devlet Laboratuvarı yangınının toprakta, havada ve insanlarda yarattığı etkiyi bilmiyoruz. Eğitim alanına bakacak olursak da, ülkemizde parasız, demokratik ve bilimsel eğitim veren bir devlet üniversitesi yok. Üniversite yaşına gelmiş gençlerimizden tamamıyla ailelerine bağlı olarak döviz kurlarının havada uçuştuğu özel üniversitelere gitmelerini, yurt dışında okumalarını ya da herhangi bir planlama olmayan kontenjanlarla Türkiye'deki üniversitelerden birine gitmelerini önermekten başka bir şey yapamıyoruz. Çalışma hayatıysa en acımasız olanı. Hayata ya ailelerine ya da bankalara borçlu başlayan bu gençlerden özel sektörde tüm enerji ve emekleri sömürülene kadar çalışmalarını istiyoruz. Özel sektör, güvencesiz ve insanlık dışı koşullarda ve saatlerde çalışmak zorunda bırakılan çalışanlara sendikal hakların hiçbirini tanımıyor, dahası bayram ve özel günlerde dahi sömürmeye devam ediyor. Bunlar benim aklıma gelen koşulların sadece birkaçı eminim ki ülkemizdeki yaşam koşullarını bu yazıyı okuyan herkes farkındadır ve bu yukarıda bahsettiklerim daha da çoğaltılabilir. Özetle demek istediğim şudur; herhangi bir standartın olmadığı ve temel insan haklarının dahi korunmadığı bu coğrafyada gebeliğinin 19. haftasında kürtaj yaptıran bir kadını "katil" olarak yaftalamak sadece kolaya kaçmaktır.
Bu koşulları ortaya çıkarmak kürtajı ve çocuk sahibi olmamanın bir çözüm olarak görüldüğü şeklinde algılanmamalıdır. Tersine, genelde insanlardan özeldeyse heteroseksüel ilişki yaşayan kadınların en basit tabiriyle neler talep edildiğini ortaya çıkarmaktadır. Ülkemizde okullarda herhangi bir cinsellik eğitimi yok, doğum kontrol yöntemleri konusunda eğitim almıyoruz, hiçbir doğum kontrol yöntemi ücretsiz değil ve aile planlama servisleri yok. Bununla birlikte, kürtajın yasal süreci gebeliğin onuncu haftasına kadar olsa da hem bu süre içinde devlet hastehanesine başvuran kadınların kürtaj talepleri yoğunluk, doktor yetersizliği ve bunun gibi nedenlerle karşılanmıyor hem de süre olarak 10 hafta zaten bir hamileliğin fark edilmesi ve karar aşaması için oldukça kısa bir süredir. Çocuk sahibi olmak isteyen kadınların hangi koşullarda çocuk doğuracağı kadınların kendi seçimleridir ve doğum kontrol yöntemleri ve kürtaj da çocuk sahibi olmak istemeyen kadınlar kadar isteyen kadınların da hakkıdır. Çocuk sahibi olmak istemeyen kadınlarınsa doğum kontrol yöntemleri ve kürtaj hakları vardır. Yukarıda bahsedildiği gibi, kürtaj anneliğe değil, zorunlu anneliğe karşı bir önlem şeklidir. Bu şekilde, kadınlar sadece "Benim bedenim, benim kararım" demekten öteye geçebilecektir. Kürtaj, istenmeyen gebelikle karşı karşıya kalan kadınların baştan savma bir şekilde verdikleri bir karar değil, kendi hayatlarına ve doğmuş ya da doğmamış çocuklarının yaşamlarına da sahip çıkma hakkıdır.
Yaşam Nerede Başlar, Nerede Biter?
Feministler için yaşam hakkı ve kürtaj meselesinin diğer bir boyutu da fetüsün ne zaman bir canlı olarak sayılıp ne zaman sayılmadığı tartışmasıdır. Hamilelik süresi boyunca, hamile kişinin ve karnındaki fetüsun tıbbi bir değişim yaşadığı bir gerçek. Fetüsün yaşamın kendisi değil ancak bir yaşam potansiyeli olduğu da bir gerçek. Ancak, kürtaj meselesini sanki tüm koşullarımız biyolojik tıbbi açıklamalara bağlıymış gibi yaşam hakkını tamamen tıbbi koşullarla özdeşleştirip bir sonuç çıkarmamız çok güç. Yaşamın ne zaman başladığı konusuna tıp hala bir karar verememiştir. Zaten dünyada da kürtajın yasal sürelerine bakıldığında bu sürenin değiştiğini bu nedenle yaşamın ne zaman başladığı sorusunun hem toplumsal hem de bilimsel olarak çok karmaşık olduğu görülecektir. Örneğin, Avrupa ülkelerinde kürtajın yasal süresi genel olarak 14 hafta ve belirli koşullara göre 22 haftaya kadar çıkarken, Çin'de bu süre altı aya kadar uzamakta, Küba'daysa hamileliğin ilk trimestırında (ilk üç ay) kürtajın koşulsuz bir şekilde istek üzerine yapıldığı, ikinci trimesterda (6 aya kadar) doktora danışılması koşuluyla yapıldığı ve son trimesterdaysa (9 aya kadar) tecavüz ve şiddet vakalarında yine doktora danışılması şartıyla bebeğin alınması önerilir.
Avrupa ülkelerinin neredeyse hepsinde cinsellik eğitimine, ücretsiz doğum kontrol yöntemlerine ve çocuk bakım programlarına devletler tarafından her sene ciddi bir bütçe ayrılıyor. Aile planlama servisleri mahalle doktorları tarafından yapılıyor ve düzenli kontrol ücretsiz olarak karşılanıyor. Böyle bir durumda istenmeyen hamileliği 14 hafta içinde fark edip önlem almanız zaten olası bir durumdur. Buna karşın Çin'de ciddi anlamda bir nüfus politikası yürütülüyor, çiftlerin ikinci çocuğu yapması yasak ve ikinci çocuk yapımına yaptırımı yüksek cezalar uygulanıyor. Bu nedenle istenmeyen hamilelikler devlet tarafından da istenmeyen hamilelikler olduğu için kürtaj süresi altı aya kadar uzatılıyor. Küba'daysa Avrupa örneğinde olduğu gibi cinsellik eğitimi ve kadınların ücretsiz doğum kontrol yöntemlerine ulaşımı ücretsiz olduğu gibi, kadınların doğum kontrol yöntemlerin hepsine ulaşım hakkının olduğu ve hangisini kullanacağına kadınların karar verme özgürlüğü olduğu Kürtaj Yasası’nın içinde belirtiliyor.
Dünyanın dört bir tarafındaki bu ciddi değişim "yaşam hakkı" olarak bahsedilen şeyin sadece bir fetüsün tıbbi koşullarca ne zaman yaşamaya başlayabileceği tartışmasından çok daha fazlası olduğunu açıkça ortaya çıkarıyor. Yaşam hakkı olarak bahsedilen argümana sadece biz karar vermiyoruz, devlet bu yasal süreci sosyal politikalar ve nüfus politikasıyla birebir ilişkili bir şekilde belirliyor. Bu da demek oluyor ki, ülkemizde de yasal süreç bu politikalarla bağlantılı bir şekilde belirlenmelidir. Örneğin, yukarıda da bahsedildiği gibi 10 hafta hiçbir doğum kontrol yönteminin karşılanmadığı ve cinsellik eğitiminin, aile planlamanın olmadığı ülkemiz için absürt derecede az bir süredir. Bununla birlikte yeni Ceza Yasası değişiklik önerisinde 20 haftaya çıkarılması gerekçesininse Meclisteki feministler tarafından savunusunun "Bebeğin ana rahminden çıktıktan sonra yaşayabildiği hafta" olarak olması da eşit derecede absürttür. Çünkü kürtaj bebeğin çıktığında yaşayabileceği değil, yaşamadığı bir evrede yapılmalıdır. Eğer kürtaj hakkımızı savunmak istiyorsak, böyle absürt bir açıklamadan daha fazlasını yapmamız gerekir.
Sonuç Yerine:
Kadınlar istenmeyen gebelikleri sadece modern zamanlarda değil, yüzyıllardır sonlandırıyor. Kürtaj ve tıbbi müdahale sadece bizim görebildiğimiz zamanlarda oluşan bir süreç. Bundan yüzlerce yıl önce de kadınlar, danslarla, dualarla, doğal ilaçlarla istenmeyen gebelikleri sonlandırmaya çalışmıştı. Yasal kürtaj süresini 10 hafta gibi az bir sürede tutarsanız, hamileliğini sonlandırmak isteyen kadınlar bir yolunu bulup bunu özel hastanelerde yapacaktır ve eğer bir gün tamamen yasaklanırsa tüm kürtajlar merdiven altlarına inecektir. Brezilya'da her yıl yüzlerce kadın korkunç şartlarda hamileliklerini sonlandırmak için yasal olmayan yollara başvuruyor. Hamileliğini sonlandırmak isteyen kadınlar kürtaj olabilmek için hiç bilmediği arabalara binip kendilerini doktor olduğu bile meçhul olan kürtaj mafyalarının eline bırakıyor. Demek istediğim, zorunlu anneliğe maruz kalan her kadın muhakkak istemediği hamileliği sonlandırmak için çok fazla şeyi göze alabilir. Yapmamız gereken bu koşulları sağlıklı ve temiz bir ortamda bir yaşam hakkı olarak sağlamaktır.
Ayrıca, tüm bunları söyler ve savunurken, kadınları sanki kendi iradeleri yokmuş ve kürtaja itiliyormuş gibi acınası varlıklar olarak göstermemize gerek yoktur. Ortaya çıkardığımız yaşam hakkı ve Judith Butler'ın o en can alıcı sözüyle "hangi hayatların yaşamaya değer olduğunu" ortaya çıkararak mücadelemiz daha da güçlü olabilir. Yukarıda da yazmaya çalıştığım gibi, "Kürtaj cinayettir" gibi ağır bir suçlamanın cevabı kürtaja kadınların bahanelerini sunmak değil, bu bahanelere yol açan koşulları çözümlemek olacaktır.
Kaynak:
Butler, Judith, Kırılgan Hayal, Metis Yayınları, İstanbul: 2016
Kaufer, Irene & Collin, Françoise, Feminist Güzergah, Dipnot, Ankara: 2016
Özkazanç, Alev, Cinsellik, Şiddet ve Hukuk, Dipnot, Ankara 2013