Yazın kavurucu sıcakları arasında, 6 Temmuz 1996 günü katledildi Adalı. Neden? Gazeteci olduğu, araştırma yaptığı ve içinde yüzdüğümüz çürümüşlüğün ipini pazara çıkardığı için. Aradan 28 yıl geçti ve içine düştüğümüz çukurdan hâlâ çıkamadık. Dünün ganimet düzeni ve derin devletin damarlarımıza sinmiş kokusu, bugün sahteliğin, yolsuzluğun, yoksulluğun ve şiddetin kol gezdiği düzenin kurucu unsurları. Ne kadar kabul etmesek, yeni başlangıçlara umut bağlasak da, geçmişin hayaleti günümüzü işgal ediyor. Bir türlü kurtulamıyoruz bu keşmekeşten. İyileştirmedikçe daha da iltihaplanıyor yaralarımız. Yara bantları işe yaramıyor, sarıldığını sandığımız kabuk her dönemin düzen mirasçıları tarafından koparılıyor.
İki yıl önce gündemimize yeniden düşmüştü Adalı cinayeti. Hem de bilinen isimler üzerinden, ayrıntılı şekilde anlatıldı yapılanlar. Yaşananların olayla bağlantısı olan bir “mafya üyesinin” ağzından çıkması, herhangi birimizin kafasında soru işareti yarattı mı? Tam tersine, bir itiraftı niteliğindeydi aktarılanlar. Zaten yıllar önce Meclis’te kurulan araştırma komitesinde de benzer isimler çıkmamış mıydı gün yüzüne? Yani malumun ilamını yapmıştı ilgili zat.
Cinayete ilişkin Türkiye’de yeniden başlatılan süreçte, 21 Şubat 2024 günü, kovuşturmaya yer olmadığı ve zaman aşımı nedeniyle takipsizlik kararı verildi. Böylece gazeteci Kutlu Adalı yeniden öldürüldü. Bu haberin, K. T. Gazeteciler Birliği’nin düzenlediği ve benim de ardından konuşmacı olduğum “Bir Gazetecinin Öldürülüşü” isimli belgesel film gösterimine denk gelmesi de çok manidar oldu. 2018 yılında, Slovakya’da 27 yaşındaki araştırmacı gazeteci Ján Kuciak ve nişanlısı Martina Kušnírová’n öldürülüşünü konu alan belgesel, hem dünümüz hem de bugünümüz için düşündürücüydü. Kuciak yaptığı araştırmalar neticesinde, ülkedeki mafya örgütlerinin ülke yönetimine, siyasete, polis teşkilatına ve yargı organına çöreklenmesini, oraları ele geçirmesini deşifre ediyordu.
Hakikatin peşine düşmek ve onu açık etmeye çalışmak, 1996 yılında Adalı’nın, 2018 yılında ise Kuciak’ın hayatına mal olmuştu. Meseleye bu çerçeveden bakınca insanın umudu kırılıyor, geleceğe dair hayal kurabilme şansı ortadan kalkıyor. “Hiçbir şey değişmiyor mu?” diye düşünmekten kendini alamıyor insan. Filmin sonunda, yargı sürecinin devam ettiği, özellikle polis – yargı – siyaset bacağından pek çok sorumlu hakkında soruşturma ve yargılamaların başladığı bilgisi veriliyor. Tabi ki bunlar olumlu gelişmeler. Ama en önemlisi toplum bu işin peşini asla bırakmıyor. O kadar direniyorlar ki, hükümet üyeleri, polis müdürleri istifa etmek zorunda kalıyor. Maalesef muhalefetin güçsüzlüğü ve gereken adımları atamaması, çürümüş ilişkiler ağındaki hükümet partisini yeniden şaha kaldırıyor.
Geçmişteki kötülükler sadece kılık değiştiriyor, zihniyet yerli yerinde duruyor. Peki ya biz ne yapıyoruz? Eğer hakikat peşinde koşanlar hâlâ hedef haline gelebiliyor, hayatlarını bu uğurda yitirebiliyorsa, bizler de toplum olarak ağır uykumuzdan uyanmamız gerekiyor mu? Kural tanımaz, vasat, liyakat ve emek düşmanı zihniyete fırsat verip karanlığa mı dâhil olacağız, yoksa dayanışma içinde var olacağımız bir yolun taşlarını mı döşeyeceğiz? Çünkü atı alan Üsküdar’ı geçti, bize el sallıyor, biz de sadece bakıyoruz…