Kutlu Adalı’ya mektup

Mert Özdağ

Sevgili Kutlu Adalı…

Senin yazılarının yayınlandığı gazeteden sana bu satırları yazmak, yıllar yıllar sonra sana hitap etmek beni hem duygulandırıyor, hem de içimi acıtıyor.

Senin bedenine kurşunların sıkılmasından 6 yıl sonra adımımı bu gazeteden içeriye attığımda üzerimde ağır bir sorumluluk hissetmiştim.

Çok acı, çok iç yakan ve çok isyan edilesi yıllardan geçiyoruz şimdi…

Bu sorumluluk ve bu ağırlık ezercesine yere itiyor beni.

Yenidüzen’de yazdıklarını onaylamayan kirli eller bundan birkaç sene önce, bir iç hesaplaşma içine girmişti Kutlu Adalı…

Senin yaşamına son veren tetikçiler, planlayanlar ve siyaseten kararını verenler şimdi bir birine düşmüştü.

Ne kadarı doğru ne kadarı yalan bilinmez ama senin ölümüne dair bazı bilgiler paylaşıyorlardı.

İrkiliyorum okurken, hele hele bir Yenidüzen çalışanı olarak bu ifadeleri okumak daha da öfkelendiriyor beni…

Evinin etrafında seni gözetlemişler be abi…

Evinin bahçesinde birileri varmış, onları da vurmak için anlaşmışlar!

Uymamış, diğer ekibe kalmış çirkeflik…

Pis katiller, elleri kanlı canavarlar!

Sen her akşamüzeri Yenidüzen’e yazılarını getirirken seni takip etmişler belli ki…

Düşünüyorum da sen çok ağır bir sorumluluk ve miras bıraktın bizlere…

Ne demiştin son yazında, ara ara açıp bakıyorum;  "Anavatan- Yavruvatan" politikasından vazgeçmeliyiz. Bu politikanın ruhunda acındırma vardır, acizlik vardır, sızlanma vardır, dilenme vardır, tembellik vardır, kolaycılık vardır, hazırlopçuluk vardır. Ananın memesindeki sütü, emme basma, tulumba gibi emerek sömürme vardır, muhtaçlık vardır, boyun eğme vardır, şamar vardır, tokat vardır, tekme vardır, baskı vardır, sopa vardır, ama kişilik, kimlik, gurur, onur yoktur”

                                                              ***

Zaten bu politikanın uzantıları almadı mı her şeyimizi elimizden?

Senin bedenine hiç acımadan kurşun yağdıranlar toplumun vicdanını da makineli tüfeklerle deşmedi mi?

“…acizlik vardır, sızlanma vardır, dilenme vardır, tembellik vardır, kolaycılık vardır” demişsin daha yıllar yıllar önce…

Aynen öyle oldu abi…

“...boyun eğme vardır, şamar vardır, tokat vardır, tekme vardır, baskı vardır, sopa vardır, ama kişilik, kimlik, gurur, onur yoktur”

Tam da bunlar yaktı kavurdu bizi her günün ışığında…

Neler öğrettiler bize, meğer neler yaşatmışlar sonrasında ‘bayrak’ arkasına sakladıkları kirli elleriyle…

‘Kurtaranlar’ meğer kurşun sıkmışlar, sana, bize, hepimize…

Bizzat resmi makamlar işin içindeymiş…

“Sivili savunduğu” iddia edilen makamların adı geçiyor!

İnanmak istemiyor insan…

                                                              ***

“Devlet dediğin kuruluşun başı dik olur. Siyasal ve bağımsız erk sahibi olan halkı, nüfusu, başkanı, hükümeti, meclisi, kurum ve kuruluşları olur” demişsin son yazında…

Tam da aciz bir “devletçik” yaratmışlar, kazak örer gibi nakış nakış örmüşler…

‘Dış denetlemelere, baskılara, dayatmalara bağlı’, “Devlet Başkanı”nın, kendi devletini temsil etmediği “halkına karşı sorumluluk duymayan” bir yapı kurmuşlar ardından...

Ülkesinin değerlerini korumayan, üretimini başkalarına teslim eden “tüketici durumuna” düşüren bir yapı bu…

İnsanını yoksullaştıran, göçe zorlayan, nüfusunu eriten, gelen Türk, giden Türk diyen bir “devlet”…

Halkına değer vermeyen, halkına saygı duymayan, halkını yüceltmeye çalışmayan, koltuk işgal eden bir siyaset…

Tam da söylediklerin, tam da “aman ha” dediklerin gerçekleşti Kutlu Adalı…

“Bir devlet Başkanı, bir Devlet Adamı Anavatan-Yavruvatan politikasına yattı mı, elini de kaybeder kolunu da” cümlen öylesine tokat gibi yüzümüze vuruyor ki bu günlerde…

Ne el kaldı, ne de kol aslında…

“Çok sürmez boynunu da kaybeder, ne devleti kalır, ne cemaatı, ülkesini kaymakamlar, valiler yönetir, han kapısına dönmüş yavruvatanın her köşesinden Ahlar Vahlar baykuş sesi gibi acı acı yükselir”…

Şimdi bak ne haldeyiz…

‘Kurtaranların’ bizi öldürdüğünün tescillendiği, güvensizlik ve yalnızlık ortamında savrulduğumuz acı ve öfke içindeyiz şimdi…

                                                              ***

‘Anavatan-Yavruvatan politikası, gelen Türk giden Türk, ölen Türk, öldüren Türk politikasını’ doğurdu, tam da senin satırlarındaki gibi…

Bu politikanın altında ezilen halk sesini çıkaramaz, özgürlüğünü, bağımsızlığını, kimliğini, kişiliğini göremez oldu.

Şairler bile Anavatan edebiyatı içinde eriyip gitme gafletine düştüler, evet!

Olmayan devletin adı da yok olmuş, nüfus eriyip gitmiş, değişime uğramış kimse ağzını açıp "Ah-vah" etmiyor, evet tam da bu…

Yavru bile değiliz şimdi…

Ortada artık o kavram bile yok.

Sadece  “Ana” var.

Kurtaran ananın kirli çeteleri daha birkaç sene öncesinde geçmişler bu topraklardan…

Kim bilir belki de karşı sokakta yine onlar vardır.

Gerçek şu ki Sevgili Kutlu abi, bu toplum senin uyarılarını dikkate dahi almadı…

Anavatan-Yavruvatan siyasetinde yok oluşa sürüklendi…

Sadece senin bedenini ayırmadı bizlerden o silahlar…

Acizlik…

Sızlanma…

Dilenme…

Tembellik…

Kolaycılık…

Hazırlopçuluk…

Ananın memesindeki sütü, emme basma, tulumba gibi emerek sömürme…

Muhtaçlık…

Boyun eğme…

Şamar…

Tokat, tekme, baskı, sopa hayatımızın günceli oldu o kurşunlarla…

Ve evet, kişilik, kimlik, gurur, onur bırakmadı ardında…

Senin kalbini durduranlar, seni kana bulayanlar topyekûn bir halkı kanlar içinde yere yığdılar, bitirdiler, yok ettiler, toprağa koydular Temmuz sıcağında…

Bize de senin mirasına sahip çıkmak düştü…

Işıklar yoldaşın olsun…

Kalbimizdesin…

Ve hep öyle kalacaksın…