“Kutsovendi’de sağ ama yaralı olarak esir alınan iki Kıbrıslırum, Sihari-Dikomo yol kavşağında, kavşağın sol tarafında öldürülmüştü…”

Sevgül Uludağ

Bir okurumuz şu bilgileri paylaşmak istediğini söyledi:

“Yazılarınızı sürekli takip etmekteyim. Ben 1975’ten beridir yurtdışında yaşamaktayım… Geçenlerde Polemidyalı “kayıp” Panikos Haralambus hakkında yazdıklarınızı okudum ve sizinle temasa geçmeye karar verdim.  Çünkü aileye anlatılan bazı yanlış şeyler vardır ve ben de bir tanıdığım vasıtasıyla bazı bilgileri biliyordum – ailenin daha fazla acı çekmesini istemediğim için öğrendiklerimi sizinle paylaşmak istedim. Benim bir tanıdık vasıtasıyla yıllar önce ulaşmış olduğum bilgileri şimdi size aktarmamın tam zamanı olduğuna inanırım… Tanıdığım bana şunları aktarmıştı:

***  Kutsovendi çarpışmaları ardından bir değil iki Kıbrıslırum esir alınmıştı. Bunlar üç otobüsten birine konmuşlardı. Otobüsler, Sihari’den Dikomo’ya giden yol kavşağında durmuş ve askerler aşağıya inmişler. Ve bu iki esiri orada, Sihari’den Dikomo’ya giden asfalt yol kavşağının solunda infaz etmişler. Yüzünüz Dikomo’ya doğru dönük olursa, yolun solunu kastediyordu tanıdığım şahıs. Kendisi de otobüslerin birindeydi ve ne olduğunu gördüydü anlattığına göre.

***  Bu iki Kıbrıslırum’dan birisi sizin sözünü ettiğiniz Polemidyalı “kayıp” Panikos Haralambus idi. Ancak Kutsovendi’de çatışmalar ardından yaralı olarak esir alınmış olan bir kişi daha varmış. Bu ikinci Kıbrıslırum asker ise bacağından yaralı olarak esir alınan, 28 yaşlarında, Leymosunlu bir asker imiş. Polemidyalı “kayıp” Panikos Haralambus ise elinden yaralanmışmış bu çatışmalarda, tanıdığımın anlattığına göre.

***  Tanıdığıma göre üç otobüsle Boğaz’dan Kutsovendi’ye gidenlerin çatışmalar ardından yaralı olarak esir almış oldukları bu iki Kıbrıslırum asker (birinin sizin sözünü ettiğiniz Panikos olduğuna emindir tanıdığım çünkü Polemidyalı olduğunu otobüste iken söylemiş çeviri yapan şahısa) iddia edildiği gibi hiçbir zaman Boğaz’a götürülmemiş.

***  Tanıdığım, elbette Sihari’den Dikomo’ya giden dar asfalt yolun solunda öldürülen bu iki Kıbrıslırum’un oraya mı yoksa başka bir yere mi gömüldüğünden emin değildi çünkü bunu görmemiş. Kendisi otobüsle Boğaz’a dönmüş çünkü. Ancak bence o yol kenarı iyice araştırılmalıdır ki oraya birilerinin gömülüp gömülmediği ortaya çıksın.

Bu okurumuza paylaşmış olduğu bu değerli bilgiler için çok teşekkür ediyoruz…


SİHARİ’DE OLASI GÖMÜ YERLERİ…

2010 yılından itibaren bazı şahitlerimizle birlikte gerek Sihari (Kaynakköy), gerekse Voni (Taşkent) ve Dikomo (Dikmen) civarındaki olası gömü yerlerini çeşitli kereler Kayıplar Komitesi yetkililerine göstermiştik. 15 Haziran 2010 tarihinde Sihari’ye o günlerde hayatta olan ve Kayıplar Komitesi Kıbrıslıtürk Üye Yardımcısı olan Uğur Umar ve Kayıplar Komitesi’nin o günlerde Kıbrıslırum Üye Yardımcısı olan Ksenofon Kallis’le birlikte gitmiş ve şahidimiz kendilerine çeşitli olası gömü yerlerini göstermişti… Uğur Umar’ı ne yazık ki erken yaşta, beklenmedik biçimde kaybettik – nur içinde yatsın… Yine 15 Ekim 2012’de gerek Sihari, gerek Voni, gerekse Dikomo ile Mia Milya (Haspolat) bölgelerine bir şahidimizi götürmüş ve Kayıplar Komitesi yetkilileriyle şahidimizin birinci elden tanık olmuş olduğu, bildiği, gördüğü şeyleri paylaşmasını, olası gömü yerlerini göstermesini sağlamıştık.

Bu konularda daha ayrıntılı bilgi sahibi olan okurlarımızı isimli veya isimsiz olarak 0542 853 8436 numaralı telefondan bana ulaşmaya davet ediyorum – bana ayrıca sosyal medya Facebook’tan veya Messenger’den ulaşabilirsiniz. Kayıplar Komitesi’yle temas etmek isteyen okurlarımız 181 ihbar hattını da arayabilirler…


***  GEÇMİŞLE YÜZLEŞME KONUSUNDA YAPILMASI GEREKENLER…

“Yeni nesil ırkçılıkla mücadelede yurttaşlık eğitimi şart…”

Menekşe Tokyay

Yeni nesil ırkçılık, her ne kadar demokratik bir düzen içerisinde kurgulansa da, toplumu ele geçirmeyi önemser ve gerek amaçlarını gerekse çerçevesini o yönde belirler. Kendi gibi olmayanı ötekileştirip dışlamaya odaklanır. Ülkedeki yaygın dil, söylem ve politikalar, ırkçılığa da faşizme de aracılık edebilir ve bununla mücadele etmenin biricik yolu da bu nefret söylemini deşifre etmek, ayıplamak ve eğitim yoluyla tedavi etmektir.

Geçtiğimiz günlerde, 2008 yılı yapımı The Wave/Die Welle (Tehlikeli Oyun) isimli filmi izlerken, 1960’lar Kaliforniya’sından günümüz Almanya’sına uzanan bir köprünün üzerinden geçtim ve film kurgusunun kalın iplerine tutuna tutuna, faşizmin köklerine dek inen bir kuyunun dibine sürüklendim.

Filme, Rainer Wenger’ın otokrasi üzerine verdiği ders ile başlıyoruz. Kendisi, içi içine sığmayan, öğrencilerine sürekli yeni ufuklar açmaya çalışan, karizmatik bir öğretmen… Ancak gelin görün ki öğrencileri bir o kadar ilgisiz… Hele proje haftasında otokrasi konusu açıldığında öğrencilerden birinin verdiği yanıttan sonra (“Almanya’da bir daha diktatörlük kesinlikle olmaz çünkü bunun için fazla bilinçliyiz”) bir deney yapmaya ve otokrat bir yönetim çerçevesinde dersi işlemeye karar veriyor.

Akabinde, “Beni lider olarak kabul edin ve bana ‘Bay Wenger’ diye hitap edin” diyor. Kendisine özel bir logo yaratıyor, sınıfta oturma düzenini değiştiriyor, herkese beyaz tişört giydiriyor. Dahası da var: Kendilerine özel bir selam verme şekli geliştiriyorlar. Gruplarının ismi de belli: Die Welle (Dalga).

Deneye katılmak istemeyen ve dersten ayrılan iki kız, diğerleri tarafından giderek daha büyük bir düşmanlığa maruz kalıyor. Hareket, sınıfın sınırlarını aşıp öğrencilerin özel yaşantılarına dek yansıyor ve ekip ruhu büyüyor. Geceleri spreylerle tüm şehri logolarıyla donatana ve başkalarına şiddet eylemlerinde bulunmalarına dek varıyor.

Aralarında da gizli bir işaretle iletişim kurmaları gerekiyor. Topluluk, tek bir ortak paydanın taşıyıcısı olarak diğerlerinden ayrılmış, kendine simgeler üzerinden bir mit yaratarak biricikleşmiştir. Hitler’in peşinden nasıl bu kadar insanın gidebildiğinin bir ‘demo’sudur belki de… “Biz” ve “onlar” ayrımı üzerinden otokratik bir sosyal grup yaratılmıştır.

Bir süre sonra, öğrenciler bu grubun biricikliğinden mutlu olmaya başlarlar. Gruba sürekli yeni üyeler katılır ve grup içi disiplinlerini okuldaki diğer aktivitelerine de yansıtırlar. Yani başta saf bir birlik ifade eden gruplaşma, giderek kontrolden çıkar ve kişisel değer ve inançlarda bile ortaklaşmaya varan bir tektipleşme halini alır.

KONTROLDEN ÇIKAN OYUN…

Film; faşist bir düzenin gençler eliyle, başlangıçta bir oyun gibi kurgulanırken giderek bir topluluk üzerinden kemikleştiğini, bireylerin faşizme nasıl sempati duyabildiğini ve bu sözde oyunun nasıl kontrolden çıkabildiğini göstermesi açısından oldukça önemli bir örnek.

Yeni nesil ırkçılık, her ne kadar demokratik bir düzen içerisinde kurgulansa da, toplumu ele geçirmeyi önemser ve gerek amaçlarını gerekse çerçevesini o yönde belirler. Kendi gibi olmayanı ötekileştirip dışlamaya odaklanır. Bunun için de “olağan şüpheliler”e karşı dilsel ve söylemsel pratikler ile sembollere başvurur… Maç sırasında kendi ırkından olmayan bir oyuncuya muz fırlatmak veya maymun taklidi yapmak da buna dahildir, Amedspor maçında kaleciyi yaralayacak kadar sahaya cisim fırlatmak da… Çünkü yeni nesil ırkçılık, tepkiseldir, spontanedir, linç düzeyine bir anda evrilebilir. 

GOL SEVİNCİNİ İFADE ETMEK

Üsküdar Amerikan Lisesi’nde okuyan, Türkiye ortalamasının çok üzerinde bir eğitim düzeyine sahip olması beklenen, gelir düzeyi de üst segmentte yer alan bir kesimin Ulus Özel Musevi Lisesi oyuncularına karşı gol sevincini ifade etmede kullandığı pratikler ile sıradan bir devlet okulunda okuyan ve alt gelir grubuna mensup bir aileden çocuğun içselleştirip normalleştirdiği Yahudi karşıtlığı benzeşebilir…

Yeni nesil ırkçılık, popülizmden beslenen bir temsil sistemi halini almıştır; bilinçaltına, bastırılmış duygulara, üstünlük kompleksine hitap eder. Kendini sosyo-ekonomik veya eğitim açısından üstün gören birey, eğer doğru bir eğitim almamışsa, aldığı eğitimi sindirmemişse, hümanist aile kodlarından beslenmemişse, bu temsilin bir parçası olmaya can atar; Nazi selamı vererek rahatlar ve hatta stres atar.

“Ben ne yapıyorum?”, “Biz bu eğitim sisteminde neyi atladık?” sorularının sorulmasını, özeleştiri yapılmasını sağlayacak yegâne şey ise, bu yeni nesil ırkçılık temsillerinin medyada olumlu bir varlık alanı kazanmaması, “bir kereden bir şey olmaz” veya “münferit bir olaydı” kolaycılığının ardında geçiştirilmemesi, “makul sınırlara çekilmeye” çalışılmamasıdır…

Yoksa Hitler’in antisemit manifestosu Kavgam (Mein Kampf) kitabının Türkiye’de yaygın satışı veya yıllar önce çok satanlar arasına girmesi gibi bir utanç kanıksanmış olur. Antisemitizmle mücadele ancak topyekûn bir eğitim ve bilinçlendirmeyle başarılı olur.

Ülkedeki yaygın dil, söylem ve politikalar, ırkçılığa da faşizme de aracılık edebilir ve bununla mücadele etmenin biricik yolu da bu nefret söylemini deşifre etmek, ayıplamak ve eğitim yoluyla tedavi etmektir.

Elbette antisemitizm konusunda Fransa’da olduğu gibi beş sene hapis ve/veya 45 bin euro para cezası gibi önlemler var, ancak bunlar da sorunu kökten çözecek nitelikte değil. Genç bir kişinin, dünya tarihinin en korkunç trajedisi olan Holokost’un baş aktörünü savunmaması, o Holokost’a ilişkin acıları bir gösteri unsuruna dönüştürmemesi için öncelikli araç, çağdaş ve etkin bir eğitimdir.

NASIL BİR EĞİTİM?

Peki nasıl bir eğitim? Toplumdaki tüm bileşenlerin bir arada, tüm farklılıklarıyla yaşamasının bir zenginlik olduğunun, kimsenin diğerinin üzerinde üstünlük iddiasında bulunamayacağının aktarıldığı bir eğitimden söz ediyorum.

Fransa’da olduğu gibi 10 yaştan itibaren tarih ve yurttaşlık derslerinde Holokost ve Hitler döneminin acılarının öğrencilere, pedagojik seviyelerine uygun şekilde anlatılması bu açıdan referans niteliktedir.

Sonuçta her türlü ayrımcılık ve her türlü nefret söylemiyle bilinçli mücadele ve güçlü bir yurttaşlık bilincinin aktarımı için, tarihte bu konudaki kötü örnekler üzerinden çağdaş değerlerin anımsatılması gerekiyor.

OKULLARDA EĞİTİM ŞART…

Türk Yahudi Toplumu’nun geçtiğimiz günlerde yayımladığı ve gençlerin “nefret söylemi ve eylemi” karanlığına düşmelerini engellemek için TC Millî Eğitim Bakanlığı önderliğinde, tüm eğitim kurumları ve velileri gereken tedbirleri ivedilikle almaya davet eden” ve “ayrımcılık, ötekileştirme ve nefrete karşı verilecek eğitime her anlamda katkıda bulunmaya hazır olduklarını” açıklayan bildirisi bu açıdan simgesel önemde.

Ayrıca bu süreçte bilinçli uzman psikologların da her okulda sırf bu konu özelinde her yıl düzenli aralıklarla birer saat eğitim vermesi, bu eğitimlere düzenli ve zorunlu olarak velilerin ve öğretmenlerin de davet edilmesi de ırkçılık, ayrımcılık, Holokost gibi konuların ve Nazi ideolojisinin yıkıcı etkilerinin ne olduğunun görülmesinde ve herhangi bir ırkçı ifadenin veya işaretin toplumdaki karşılığının UTANÇ ve KINAMA olması gerektiğinin anlaşılmasında hem birey hem de çekirdek aile düzeyinde etkili olacaktır…

Bir arada yaşama kültürünün ve farklı kimliklere saygının öğretilmesi için okulun en kritik aşama olduğu herkesin malumu…

Charlie Mackesy’nin Çocuk, Köstebek, Tilki ve At kitabından aynı isimle uyarlanan ve bu sene “En İyi Kısa Animasyon Film” dalında Oscar ödülü alan 30 dakikalık animasyon filminde, “Büyüdüğünde ne olmak istiyorsun?” diye soran köstebeğe çocuğun yanıtı, “İyi kalpli” olur. Son yaşanan olayların ardından “iyi kalpli insan yetiştirmenin” önemini bir kez daha anımsadık.

Yazının tümü için:

https://www.avlaremoz.com/2023/04/01/yeni-nesil-irkcilikla-mucadelede-yurttaslik-egitimi-menekse-tokyay/?fbclid=IwAR0c_Oc15Lb5CKw2GLc-Ing7K2wiYMSkEOBdt-U3HxtqO8RPqciXl9hyG3w

(AVLAREMOZ – Menekşe TOKYAY – 1.4.2023)