Kuzeyin efendisi, güneyin ortağı

Tümay Tuğyan

TC Genelkurmay Başkanlığı’nın açıklamasına göre TCG Mızrak ve TCG Bafra adlı savaş gemileri, adanın güneyinde sondaja başlayan Bahama bayraklı Saipem-10000 adlı platform gemisini ‘izleme’ görevi icra ediyor.

Rum liderliği de buna tepki olarak, ‘müzakere masasına gitmeyeceğiz’ diyor.

Eroğlu ise ; ‘Bu tutumu ile Kıbrıs konusuna görüşmeler yolu ile bir çözüm bulunması çabalarında samimi olmadığını da bir kez daha göstermiştir’ açıklamasıyla Anastasiadis’i yanıtlıyor.

Soru 1:

Müzakerelerde yeni bir aşamaya geçilmek üzereyken, Türkiye’nin bölgeye savaş gemilerini göndermesi, ‘çözüm çabaları’ adına nasıl bir samimiyettir?

Soru 2:

Türkiye’nin, bu iki gemiyi bölgeye gönderdiği takdirde, Rum liderliğinin böylesi bir ‘adım’ atacağını kestir(e)memiş olması mümkün müdür?

Soru 3:

Gemilerin, tüm tepkilere rağmen ‘izleme’ görevine devam ediyor olmasının, aslında Rum liderliğine tam da bu adımı attırma niyeti taşıması, ihtimal dahilinde midir?

Soru 4:

Kıbrıs Cumhuriyeti bayraklı savaş gemileri Mersin açıklarına dayansa, Türkiye’nin atacağı ‘adım’ ne olur?

***

Müzakereci Kudret Özersay, Rum liderliğinin tavrı üzerine ‘yavuz hırsız ev sahibini bastırır’ şeklinde bir yorum yaptı Facebook ve Twitter hesapları aracılığıyla dün.

Ev sahibi kim?

Hırsız kim?

İşin orası biraz muğlak bana göre!

Kıbrıs Cumhuriyeti’nin, doğal gaz arama faaliyetlerinin de çok ‘barışçıl’ faaliyetler olmadığına katılırım.

Bunun müzakere sürecini olumsuz yönde etkilediği ortada.

Ama yukarıda da belirttiğim gibi, savaş gemilerinin de bu sürece olumlu etki yapma ihtimali sanırım yoktur.

***

Bir de şu ‘hak-hukuk’ tartışması var ki, orada da biraz durup nefeslenmek lazım galiba.

Rum hükümetinin İsrail ile Münhasır Ekonomik Bölge Anlaşması imzalamasını takiben adanın güneybatısında enerji kaynakları aramaya giriştiği 2011 yılında bu köşede sormuştum, bugün yine sorma ihtiyacındayım:

Papadopulos haksız mıydı?

Şöyle ki:

Bir yandan ‘Kıbrıs Cumhuriyeti diye bir devlet yoktur’ diyeceksiniz, diğer yandan ise o ‘yok’ dediğiniz devletin kuruluş antlaşmaları ve Anayasası’nda size vaat edilenleri talep edeceksiniz…

Bir yandan adanın kuzeyinde ayrı bir ‘devlet’ kurup ve her fırsatta ‘KKTC sonsuza dek yaşatılacaktır’ diye hamaset yapıp, diğer yandan ise ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’nde bizim de hakkımız vardır’ diyeceksiniz.

Evet 1960’da kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti hem Kıbrıslı Rumlar’ın hem de Kıbrıslı Türkler’in devletidir, devletiydi!

Peki ama ya KKTC?

O kimin devletidir?

KKTC kurulduğu andan itibaren, işler biraz değişmedi mi?

Biz o devleti bırakıp, başka bir devlet yapılandırmadık mı?

Hatta ‘Kıbrıs Cumhuriyeti diye bir devlet yoktur’ deyip adını literatürümüzden silmedik mi?

Kendi kendimize bir devlet adı uydurup, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne çevirmedik mi?

O halde hangi devlet, hangi haklar?

Ve Papadopulos’a gelince…

Gerek EOKA’cı kimliği, gerek Kıbrıs sorunuyla ilgili görüşleri, gerek Kıbrıs Cumhuriyeti devleti kurulduğu andan itibaren yürüttüğü görevlerde imza attığı icraatlar ve gerekse başkanlığı döneminde sergilediği tavır ve izlediği siyasi çizgi nedeniyle, Kıbrıslı Türkler olarak O’na pek sempatiyle bakmadığımız kesin.

Ama ‘yiğidi öldür hakkını yeme’ derler ya…

Papadopulos, Annan Planı döneminde Türk tarafının tavrını anlatmak adına şöyle bir ifade kullanmıştı:

“They want to be master of north and partner of all”…

Yani şöyle demişti aşağı yukarı: “Hem kuzeyin efendisi hem de adanın bütününün ortağı olmak istiyorlar”…

Evet aynen durum bu:

Master of north, partner of all!

Papadopulos haksız mıydı?