Anayasa Mahkemesi’nin vermiş olduğu kararın ardından, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan başta olmak üzere birçok yetkili, yargı bağımsızlığını hiçe sayan açıklamalar yaptılar. Kıbrıs’ın kuzeyinde alışkın olmadığımız bu tablo, bizi hem şaşırttı hem de tedirgin etti.
Geçmişten bugüne kadar, siyaset yelpazesinin farklı noktalarında konumlanan kişilerin veya örgütlerin, hukuk devletinin en temel yapı taşlarından biri olan yargı bağımsızlığına yönelik bir müdahalesi ile karşılaşmadık. Çünkü burada yaşayan herkes biliyor ki, yargı organının işleyişi ve topluma sunduğu hizmet; ülkede yaşayan herkesin hak ve özgürlüklerini güvence altına almaya, her türlü farklılığa rağmen eşitliği tesis edebilmeye ve devletin diğer kuvvetlerinin (yasama ve yürütme) haksız icraatlarına karşı adalete uygun karar vermeye dayanır.
Mahkemelerin kararları eleştiriye tabi tutulabilir. Keza alt mahkemelerin kararlarına karşı yüksek mahkemeye başvuru yapılabilir. Süreç bununla da sonuçlanmaz. Ortada insan hakları ve özgürlükleri noktasında ihlal teşkil eden bir sonuç varsa, konu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşınabilir. Eğer tartışma konusu yapılan Anayasa Mahkemesi kararında olduğu gibi, herhangi bir yasa maddesi Anayasaya aykırılığından dolayı iptal edilirse de, siyasi irade o düzenlemenin yeniden mevzuata dahil edilmesini istiyorsa, meclisten hukuka uygun şekilde geçirilmesi için girişim yapabilir.
Aslında izlenmesi gereken yol ve kararın ardından söylenebilecek sözler çok nettir. Bizim birkaç gündür yaşadıklarımız, hukuku ayaklar altına almış ve yıllardır maruz kaldığımız siyasi müdahaleyi yargıya da taşıyarak daha karanlık bir noktaya varmamıza neden olmuştur. Özellikle Türkiye Cumhuriyeti yetkilileri tarafından dillendirilmeye başlanan ve bizim idarecilerimiz (başta Ersin Tatar ve Ersan Saner olmak üzere) tarafından onaylanan manipülasyona dayalı tespitler, toplum içinde hınç ve nefret duygusunu körüklemeyi hedeflemektedir.
İşaret etmek istediğim husus, aslında yürütülen davanın içeriği ile alakası olmamasına rağmen, “laiklik ilkesi – inanç özgürlüğü” meselelerinin kutuplaştırıcı şekilde önümüze sunulmasıdır. Türkiye’de önemli bir geçmişi olan ve AKP hükümeti öncesinde de şimdi de pek çok insan hakkı ihlalinin yaşanması ile sonuçlanan bu suni tartışma zemini, sadece çatışmaya hizmet eder. Sanki birbirleriyle alakası olmayan hatta karşıtı iki kavram olarak sunulurlar ve bunun sonucunda her ikisinin etrafında toparlanan kesimler birbirlerine karşı kışkırtılır. O noktada da siyasi elitler, kendi mutlak egemenliklerini kurmuş olurlar. Ondan sonrasında neler yaşanabileceğini, Türkiye’ye bakarak görebilmek mümkündür.
Tam da bu sebeple, aslında Kıbrıslı Türk toplumunun gündeminde olan bu sahte ve sırf yargıya yapılmak istenen müdahalenin meşru gerekçesi gibi sunulan ikiliğe karşı durmamız gerekir. Bu yolda elimizdeki en önemli araç, yargının bağımsızlığına ve hukuk devleti ilkelerine sahip çıkmaktır. Demokrasimizin daha fazla yara almaması için yürünebilecek başka bir yol yoktur.