HARAVGİ’ye konuşan Vasilis Paşas, devletin acılarını ikiye katladığını anlattı...
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde Kıbrıs Cumhuriyeti’ni dava ederek davayı kazanan Paşas ailesinin oğlu Vasilis Paşas, HARAVGİ gazetesinden Mihalis Mihail’e konuştu ve devletin, “kayıplar” konusundaki tavrıyla acılarını ikiye katlamış olduğunu anımsattı.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Kıbrıs Cumhuriyeti’ni aileye 60 bin euro tazminat ödemesine karar verdiği davaya ve yaşadıklarına ilişkin Vasilis Paşas’ın anlattıklarını, google translate aracılığıyla, okurlarımız için özetle Türkçeleştirmeye çalıştık. Mihalis Mihail’in 5 Eylül 2021 tarihli HARAVGİ gazetesinde yer alan ve “Diyalogos” haber sitesinde de yayımlanan yazısında özetle şöyle deniliyor:
*** Vasilis Paşas, “Zor günler geçirdik, acımız katlanarak artıyor” diyor... “Kayıp” babalarının Lakadamya mezarlığına gömüldüğü hakkında hiçbir bilgileri yokmuş, kimse de onlara “ölü olan kayıp şahıslar”ın Lakadamya mezarlığına gömüldüğü hakkında bilgi vermemiş.
*** “Kayıp” Hristofis Vasilios Paşas’ın oğlu Vasilis Paşas, HARAVGİ’ye verdiği dmeeçte, devletin “kayıplar” konusunu idare etmekte yeteneksizliğinin sonucunda, acılarının katlanmış olduğunu hatırlattı.
*** Hükümetin ve devletin pratikte “kayıp” yakınlarını onore etmesi gerektiğine dikkat çeken Vasilis Paşas, bugüne kadar öyle yapılmadığını ancak bundan sonra bunun yapılması gerektiğini söyledi. Devletin onları yıllarca unuttuğunu ve yalnızca resmi anma törenlerinde hatırladığını anımsatan Vasilis Paşas, genç insanların dahi özgürlük için kendini feda eden bu insanlar hakkında pek bilgisi olmadığını ifade etti.
*** Hristofis Vasilios Paşas, Ayios Pavlos bölgesinde Türk işgalciler tarafından öldürülmüş ve Lakadamya’daki askeri mezarlığa “Meçhul” ibaresiyle, başka askerlerle birlikte gömülmüştü. Ailesi onu “kayıp” kabul etmekteydi çünkü hiç kimse kendilerine onun Lakadamya mezarlığına gömüldüğünü söylememişti. Vasilis Paşas, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin denetimi altındaki topraklara kayıp şahısların gömülmüş olduğu hakkında kendilerine hiç kimsenin bilgi vermemiş olduğunu hatırlattı. Aile olarak çok zor günlerden geçmişler, babasız büyümüşler ve devletin yeterli desteği olmaksızın hayatta kalmaya çalışmışlar.
*** 1996 yılında kazılar başlayınca, “kayıp” babalarının orada bulunabileceğini hiç düşünememişler bile. 1998 yılının sonbaharında Kayıplar Komitesi’nden bir ekip onları ziyaret ederek babaları hakkında belirli bilgileri istemişler, yaraları neydi, dişleri nasıldı, vücutlarında özel bir iz var mıydı gibisinden... Nihayetinde de 1999 yılında neler olup bittiği hakkında kendilerine bilgi verilmiş çünkü kazılarda bulunan kalıntılardan ve DNA ile kimliklendirmeden nihayet bu durum teyid edilmiş...
*** Hristofis Paşas’ın kolundaki saat, Darka marka bir saat imiş, boynundaki kolye de ailenin tanıyabileceği bir kolyeymiş ve kimliklendirmeye bunlar da yardımcı olmuş. Oğlu Vasilis’in vaftiz edildiği haç da üzerinde bulunmuş, bu haçın üzerinde belli bir resim bulunmaktaymış.
*** 2000 yılında babasından geride kalanları alarak Ksilofago mezarlığına defnetmişler... Sonra da mahkemeye gitmeye karar vermişler. Çünkü babalarının öldüğü ve Lakadamya mezarlığına gömüldüğü hakkında kendilerine haber 26 sene gecikmeyle verilmiş. Bu bilgi onlardan saklanmış ve geciktirilerek verilmiş. Avukat Ahilleas Dimitriadis’e gitmişler ve o da devlete karşı davayı açmış. Pek çok iç paralayıcı tanıklık ardından davayı kazanmışlar ancak devlet istinafa gidince, Yüksek Mahkeme kararı bozmuş. Böylece, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurmuşlar.
*** İnsani İşler Komiseri Fotis Fotiu’nun kendilerinden özür dilemesine de değinen Vasilis Paşas, bunun kişisel bir özür mü yoksa devlet adına bir özür mü olduğunun tam net olmadığını anımsatıyor. Vasilis Paşas, bugün dahi devletin ele alması gereken “kayıplar”la ilgili çözümlenmesi gereken önemli konular olduğunu anlatıyor. Örneğin babasının durumunu bilip de ağzını açmamış olan bir şahsın varlığına dikkat çekiyor. Korkudan konuşmamış... Vasilis Paşas, “kayıp” yakınlarına neler olduğu hakkında ciddi bir yanıt verilmesi gerektiğine dikkati çekiyor, böylece yıllarca bekleyip durmanın acısı sona erebilir...
*** Vasilis Paşas ayrıca, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararının benzer davaların yolunu açtığını, devletin de yapması gerekeneleri ölçüp tartması gerektiğini anımsatıyor...
*** Paşas davasına benzer başka “kayıp”ların durumu da var. Bunlardan birisi de Haralaibos Palmas’ın durumu idi. Palmas’ın kızı Popi de devletin bu konudaki sorumluluklarını vurguluyor.
*** Palmas ailesi, tüm “kayıp” aileleri gibi pek çok zorlukla hayatta kalmaya çalışmış. “Kayıp” Haralaibos Palmas’ın eşi Andriani, çocuklarını büyütebilmek için üç işte birden çalışmaktaymış. Eşinin “kayıp” değil ölmüş olduğunu ve Lakadamya mezarlığına gömülmüş olduğunu, işe giderken bindiği arabada bulunan birisi ona tesadüfen söyleyince bunu öğrenmiş. Bu durumu bilen birisi ona bunu açıklamış...
*** Popi Palmas da Andriani Palma’nın bir diğer “kayıp” şahsın eşi olan Marulla Şassini’yle birlikte Lakadamya mezarlığına giderek mezarları açtıklarını ve “kayıpları”nı bulmaya çalıştıklarını anımsatıyor.
https://dialogos.com.cy/vasilis-ppasias-perasame-dyskola-o-ponos-pollaplasiazetai/?utm_source=dlvr.it&utm_medium=facebook&fbclid=IwAR132QqJi9PvXR4KTjaMfH5z0ikwld1alBp6ABZFl31vf30KSRDz3ezj-PI
(DİYALOGOS haber sitesinden google translate aracılığıyla Mihalis Mihail’in HARAVGİ’deki 5 Eylül 2021 tarihli yazısını özetle derleyip Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).
BASINDAN GÜNCEL...
“6-7 Eylül trajedisi halen devam ediyor...”
Murad MIHÇI
"Bu memleket, insanı şaşkına çevirecek kadar beklenmedik hallerin memleketi ve sanki bir halden diğer hale geçişlerde ara devirler yok sanki. Her şey ya çok iyi ya çok fena."
Sürgün Ruhum, Zabel Yesayan
6-7 Eylül olayları -İstanbul Pogromu da denebilir- genel olarak pek önemsenmedi. Bundan 66 yıl önce yaşananlar, ortalama bilince ulaşmış yurttaşlar tarafından 'bir grup çapulcunun başıbozuk eylemi' olarak algılandı. 6-7 Eylül olaylarında yaşanan trajediye gerçekte ne ad konacağı ise vicdan sahibi ve tarih bilincine sahip kamuoyu tarafından belirlendi: İnsanlık suçu...
Son yıllarda 6-7 Eylül ile yüzleşme çabaları oldu. Bu yetersiz adımlar bile büyük tepkiyle karşılandı. Oysa yaşanan bu trajediyle yüzleşmeyince, toplumun vicdanındaki yük gittikçe ağırlaşarak kalmaya devam edecek. 6-7 Eylül önemli bir kırılma noktasıdır. 1955 yılında yaşanan olaylar, 1942 yılındaki Varlık Vergisi sonrası zaten pek de rahat olmayan Müslüman olmayan halkın Türkiye'den uzaklaşmasına vesile olmuştur.
Olay başlangıcı kanımca herkes tarafından bilinir. Atatürk'ün Selanik'teki evinin Rumlar tarafından bombalandığı dedikodusunun radyo ve bir gazete tarafından hızla yayılmasıyla başlar insanlık dışı saldırı olayları. Daha bu haber gazete(ler)de çıkmadan, bazı kentlerden özellikle organize edilerek İstanbul’a getirilen halk önceden galeyana getirilmişti. Hızla genişleyen yağmalama işinin içinde daha sonra siyaset yapan bazı ünlü simaların da olduğu bazı kaynaklarda yazılıdır. Önceden azınlık evleri belirlenip, işaretlenerek tespit edildiği de biliniyor. Kolluk kuvvetleri olayları engellemeye çalışmaz, sadece seyreder...
RAKAMLARLA TRAJEDİ
6 - 7 Eylül 1955 tarihlerinde yaşanan olaylarda, hemen hemen tamamına yakını Rum, Ermeni ve Yahudi yurttaşların gördüğü zararların rakamsal büyüklüğünü yazmak istiyorum. 1004 tane tahrip edilmiş ev, 4228 dükkan, 122 lokanta, 27 eczane, 2 sinema, 11 dispanser, 21 fabrika, 9 matbaa, 18 fırın, 73 kilise, 5 manastır, 8 ayazma, 52 okul ve 5 okul derneği tahrip edilmiştir. Kayıpların o dönem araştırılması sonucu maddi zararın 1 milyar dolara ulaştığı belirlenmiştir. Bu rakamlar, o tarih için düşünülecek olur ise olayın vahametinin büyüklüğü ve dehşet verici boyutu ortaya çıkar.
Dönemin İstanbul nüfusu 1 milyon 200 bin civarında; yaklaşık 210 bin civarında azınlık diye tabir edilen bir toplum yaşamaktadır. Yani azınlık toplumunun yüzdesi, genel nüfusa oranla o zamanlar oldukça yüksek. Bu oranın düşürülmesi amacıyla planlar yapan dönemin derin devleti, Anadolu’dan bilinçli olarak getirilmiş ve azınlıkların yabancısı olan halk ile takviye yaparak yağmalamayı başlatmıştır.
Yerel halk, İstanbul'un pek çok mahallesinde komşularını korumaya çalışsa da çoğunlukla pek fazla başarılı olunmamıştır.
Birçok Müslüman komşu, azınlıkların evlerini yağmalamaya gelen kalabalıklara ‘Burası Müslüman-Türk evi’ diyerek eline bayraklar alıp korumuştur.
Bu gibi yüzlerce örnek azınlık toplumunda bilinir ve anlatılır. Son yıllarda basında da yer aldı, kitaplara ve filmlere konu oldu. Fakat kabul edelim ki yeterli bir bilinçlenme sağlanamadı.
TRAJEDİYE DAİR ÖZNEL TARİHİM
6-7 Eylül 1955'te yaşanan birkaç olayı da yakınlarımla ilgili olarak ben anlatacağım. Kuzguncuk civarında pastanesi olan bir tanıdığımız yeni dondurma yapma aletleri getirtiyor İtalya’dan. Dönem için büyük bir ticari atılımdır bu. Borcunu ödeyemediği bu aletler henüz 1 haftalıkken yağmalanıyor ve iş yeri yıkılıyor. Bu yakınımız o gün başlayan felaketi bütün ağırlığıyla yaşıyor. En sonunda dayanamayıp Arjantin’e göç etmek, dilini bilmediği bir ülkeye gitmek durumunda kalıyor. Hala içine sindiremediği bu zorunlu göçün acısını, yıllar sonra İstanbul’a döndüğünde dudakları titreyerek, gözleri dolarak anlatmıştır bana.
Bir Yahudi dostumuzun apartmanı ise “Bir Ermeni'nin evidir” denilerek yağmalanır. Oysa o apartmanın sahibi olan Ermeni aile, olaylardan 1 hafta evvel satmıştır binayı. Arkadaşımın ninesi geçen sene rahmetli oldu. O günü hiç unutmamış, olaylar sırasında evine atılan taşlardan birini ölene kadar hep saklamıştı...
Yine Kadıköy'de bir şarküteri sahibi yakınım var. Türkiye'nin en eski Bulgar kimlikli şarküterisiydi. Kendilerinin yaşadıklarını şöyle anlattı:
“Evimizde yaşadığımız ilk yağmayı atlatıp, canımızı kurtardıktan sonra iş yerine geldik. O bizim içeri sokmakta çok zorlandığımız ağır dolapların hepsi sokakta ve yerlerdeydi. Yıllarca çalışıp aldığımız tüm sermayemiz ve aletlerimiz parçalanmıştı. Ama burası bizim memleketimiz ve evimizdi. Olayları unutup, toparlanmaya çalışıp, her şeye yeni baştan başladık. Bir süre, dışarıda süt satarak ailemizin ekmek paramızı kazanmaya çalıştık."
Daha sonra da mesleği sürdüren ve işlerini yeniden kuran bu aile, dönemin siyasilerinin bile uğradığı en gözde şarküteri olarak hayatını devam ettirdi. Hatta bir gün Hüsamettin Cindoruk’u görmüştüm. Dükkânda sahipleriyle sohbet ediyordu.
Kumaşçılık yapan abiyecilerin metrelerce kumaşının İstiklal Caddesi boyunca açılarak yırtılması görüntüleri ise herkesçe bilinir.
Belki de bu son vereceğim örnek en can alıcı yaklaşım olacaktır. Gedikpaşa'da yaşayan bir ailenin anlatımıdır. Evleri yağmalayan kişilere tepki veren yaşlı kadının sözleri: Neden evimi dağıtıyorsunuz? Kıbrıs benim sandığımda mı saklı? Biz Türkiye vatandaşıyız.
Yaşanan o kadar çok ve vahim olaylar var ki benim bu yazdıklarım sanırım olanlar içinde en hafifleri olacaktır.
6 - 7 Eylül olaylarına da değinen bir filme gitmiştim. Kadıköy'deki sinemalar eskisi kadar büyük değiller. Gelenlerin yarısından fazlasını tanıyordum. Kadıköy civarında oturan Ermenilerdi seyredenlerin çoğunluğu. Sessizce izledik. Filmin sonunda, ışıklar yandığında yanımda oturan biri duygulandığımı görünce sordu: “Ya bunları yaşayanlar var mı? Olaylar gerçekten bu kadar kötü mü oldu?” Biraz da çekinerek yanıtladım: “Sanırım bu kadarı perdeye yansıtılabilmiş. Benim bildiğim bunun çok daha fazlası olduğu...”
Gezi sonrası oluşan dayanışma evinde yüzleşme atölyesi kurmuştuk. Dayanışma evindeki arkadaşlarla Kadıköy’de "Mehmet Ayvalıtaş" Meydanı’nda 6-7 Eylül Trajedisini anlatırken insanların yüzlerinden ve sorularından bu konuyla ilgili çok az bilgileri olduğunu sezdim. Kadıköy bizim gibi azınlıkların aslında az olmadığı bir ilçe olmasına rağmen. Yaşanan bu acı günler ne yazık ki az biliniyor.
Bu trajedi, sayıca az bırakılan toplum tarafından unutulmadı. Bu düşüncemizin bir vehimden kaynaklanmadığının en taze örneği ise, Ergenekon soruşturmaları kapsamında ortaya çıkan Kafes operasyonu belgelerinde görüldü. Gerektiğinde zaten kodlarla kayıtlı olan toplum hedef olabiliyor.
Peki bugüne bakalım biraz. Özellikle Alevi toplumu ve yine azınlıkların az olmadığı yerlerde, 6-7 Eylül’de yaşananları hatırlatan işaretlemeleri görüyoruz. Günümüzde ise 6-7 Eylül Trajedisi ile yüzleşilmemesi belleklerde tehditlerin sürdüğünün kanıtı. Ne acıdır ki bu işaretlemeleri yapan zihniyetin 66 yıl sonra dahi tehdidi devam ediyor. Bu tehdidin muhatabı bazen Alevi, bazen de LGBTİQ ya da Kürt olabiliyor.
Umuyorum ki 1955 yılının 6 - 7 Eylül günlerinde yaşanan bu trajedi bir daha tekrarlanmaz. Fakat görünen o ki daha fazla bilinçlenmeye veya halkları ve inançları birbirinden ayrıştıranı iyi tespit edip kenetlenmeye çok ihtiyacımız var...
(ARTI GERÇEK – Murad MIHÇI – 6.9.2021)