1964 yılında henüz 8-10 yaşlarında bir kız çocuğuydu ve gördüklerini ömrü boyunca unutmayacaktı...
Lakadamya’nın eski, küçük Panaya Kiliseciği’nden Mangli’nin bahçelerine giden “monobadi”yi yürüyerek giderdi her gün çünkü o zamanlar annesiyle babası Mangli’nin bahçelerinde çalışmaktaydı... Mangli’nin bahçelerinde zeytin ağaçları vardı...
O günlerde bu “monobadi”, bir dereye paralel gitmekteydi...
Gördüğü ve ömrü boyunca unutamayacağı şey, Kıbrıslırum mezarlığından sonraki son boş araziydi... Bu boş arazide de o zamanlar zeytin ağaçları vardı...
1964 yılının sıcak bir yaz günü bu “monobadi”den yürürken bir çocuk olarak aklını karıştıracak bir şey görecekti...
Bir bottu bu – yepizyeni bir bot, bir şahsın ayağındaydı ve o yepyeni botun tabanı gözükmekteydi... Belli ki oraya gömülmüş birisinin ayağı dışarıda kalmış ve botu görünüyordu...
Bu küçük Kıbrıslırum kız çocuğu, yepizyeni botları nasıl olup da attıklarına akıl erdirememişti bunu gördüğünde... Çok kaliteli botlardı bunlar... Bu kadar yeni ve kaliteli botları niye atsınlardı ki?
O çocuk masumiyetiyle hiçbir zaman toplu mezarlar, gömü yerleri, insanların öldürülüp gömüldüğü ve bir ellerinin ya da bir ayaklarının dışarıda kalmış olabileceğini elbette hiç duymamış, böyle birşeye o güne kadar tanık olmamıştı – o çocuk masumiyetiyle anne-babasına o gün gördüklerini anlatmaya koşmuştu...
AİLESİ SUSMASINI SÖYLEMİŞ...
Ancak annesiyle babası ona bu konuda kimseye hiçbir şey söylememesini, ses çıkarmamasını, susmasını söylemişler... Soruları yanıtsız kalmış, gördüklerini ise hiç unutamamış...
Yıllar sonra bunu bir arkadaşına aktarıyor ve onun arkadaşı da beni buluyor ve kadının aktardıklarını anlatmak, bana olası gömü yerini göstermek istiyor. Bu arkadaşı da bir okurum ama onunla daha önce tanışmadım... Kadın, sözkonusu yeri bizzat gelip göstermek istemiyor, bunun yerine bu olası gömü yerini arkadaşına gösteriyor, arkadaşı da bize gösterecek...
Böylece Kayıplar Komitesi Kıbrıslıtürk Üye Ofisi Araştırmalar Koordinatörü Yağmur Erbolay’ı arıyorum, onun da Kıbrıslırum Üye Ofisi’nden Araştırmalar Koordinatörünü arayarak birlikte bu Kıbrıslırum’la buluşmaya gitmemizi ayarlamasını istiyorum...
OLASI GÖMÜ YERİNE GİDİYORUZ...
Böylece Yağmur Erbolay, herşeyi ayarlıyor ve 29 Ağustos 2024 Perşembe günü şahidimizin arkadaşıyla buluşmaya gidiyoruz – Yağmur’un Yardımcısı Ahmet Esnaf’la ve Kıbrıslırum Üye Ofisi Araştırmalar Koordinatörü Angeliki Anthussi’yle birlikte...
Şahidimizin arkadaşı bizi yönlendiriyor ve şahidin kendisine göstermiş olduğu olası gömü yerine varıyoruz Lakadamya’da... Lakadam’yada bu olası gömü yerinin karşısında duruyoruz, şahidimizin arkadaşı bize şahidimizin küçük bir kız çocuğu olarak 1964’te o sıcak yaz gününde yaşadıklarını aktarıyor... Hiçbir çocuk böyle bir travmaya maruz kalmamalı aslında... Şahidimizin arkadaşı bu boş araziye yakında bir apartman yapılacağını da aktarıyor. Eğer Kayıplar Komitesi burayı kazmaya karar verirse bunu herhalde apartman dikilmeden yapması gerekecek...
Angeliki arkadaşımız bu bilginin çok somut ve değerli olduğunu düşünüyor ve önümüzdeki günlerde bunu Kayıplar Komitesi’nin üç üyesinin toplantısına sunmayı ve bu alanı “Kazılacak yerler listesi”ne koymayı tasarladıklarını anlatıyor bana... Ancak tabii ki öncelikle kendi araştırmalarını yürütecekler bu konuda ve kendi dosyalarında bu bölgeyle ilgili başka bilgi olup olmadığına bakacaklar...
Lakadamya'da olası gömü yerinde...
CAMİ DE KAYBOLMUŞ...
Şahidimizin arkadaşı bizlere Kıbrıslırum mezarlığını ve o küçük kız çocuğunun yanından geçtiği o eski küçük kiliseciği de gösteriyor. O küçük kızın işaretleri bunlarmış – küçük kilisecikten giden “monobadi” ve mezarlık yanındaki boş arazi... Şahidimizin arkadaşı bize Lakadamyalı Kıbrıslıtürkler’in camisinin olduğu yeri de gösteriyor – cami artık yok orada, yıkılmış ve boş araziye arbalar park etmiş... Daha ilerideki Kıbrıslırum büyük kilisesine işaret ediyor...
Kayıplar Komitesi araştırma görevlilerinin eski haritalara ve havadan çekilmiş eski fotoğraflara bakması gerekecek ki gerçekten de aradığımız arazinin – olası gömü yerinin – bize gösterilmiş olan yer olup olmadığını belirlemek için... Şahidimizin arkadaşına ısrarla şunu soruyorum: Bu olası gömü yeri bir kuyu muydu yoksa bir çukur muydu? Şahidimizin arkadaşı da, şahidimizin bu olası gömü yerinin bir kuyu olmadığına, bir çukur olduğuna inandığını anlatıyor...
Yıllar içerisinde bir diğer Kıbrıslırum okurum benimle temasa geçerek sürekli olarak Lakadamya’da “Mangli’nin kuyusu”na bazı Kıbrıslıtürk “kayıplar”ın gömülmüş olduğunu anlatmaktaydı... Bu bilgiyi de yıllar önce Kayıplar Komitesi’yle paylaşmıştım... Ancak Lakadamya’da bu arazide olası bir gömü yerine dair bir görgü şahidinin ifadesiyle ilk kez karşılaşıyorum ve o 60’lı yılların küçük kızının sessiz kalmayarak bu bilgiyi bir arkadaşı aracılığıyla benimle paylaşmak istemesinden ötürü ona müteşekkirim. Ona da, bize bu olası gömü yerini Lakadamya’ya gelip gösteren arkadaşına da yürekten teşekkür ediyorum...
LAKADAMYA KARMA BİR KÖYDÜ...
Lakadamya, canyoldaşım Zeki Erkut’un ninesi Şerife Hanım’ın köyüydü ancak 1958-1963 yıllarındaki çatışmalar nedeniyle köyden ayrılmak zorunda kalmışlardı...
Lakadamya, karma bir köydü... Kato Lakadamya’da yani Aşağı Lakadamya’da, Kıbrıslıtürkler’le Kıbrıslırumlar birlikte yaşarlardı. PRIO’nun araştırmalarına göre 1831 yılında 29 Kıbrıslıtürk ve 80 Kıbrıslırum aile yaşıyormuş Aşağı Lakadamya’da. O günlerde nüfus sayımlarında yalnızca erkekleri sayarlarmış, kadınları saymazlarmış. 1901 yılında köyde 34 Kıbrıslıtürk, 426 da Kıbrıslırum yaşarmış, köyün yani Aşağı Lakadamya’nın toplam nüfusu 460 imiş. 1946’da 88 Kıbrıslıtürk, 852 Kıbrıslırum varmış köyde, toplam nüfus 940 imiş. 1960’a gelindiğinde köyde Kıbrıslıtürk kalmamış çünkü 1958’de kaçmak zorunda bırakılmışlar... Böylece Aşağı Lakadamya, “karma köy” olma özelliğini kaybetmiş. Bazıları geri dönmek istese ve dönmüş olsa dahi. 1963’te yeniden kaçmak zorunda kalacaklardı büyük olasılık...
Bir başka okurum da bana havadan çekilmiş üç fotoğraf gönderiyor, bu fotoğrafların kaynağı FES (Friderich-Ebert Stiftung Kıbrıs Ofisi). Fotoğraflarda son 60 yılda Aşağı Lakadamya’daki Kıbrıslıtürk mezarlığının alanının nasıl küçüldüğü görülebiliyor... Ona da çok teşekkür ediyorum...
GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEYE DAİR YAZILAR...
“6-7 Eylül Pogromu ve içimizdeki boşluklar...”
Deniz MİNE ÖZTÜRK
Tarihle ilk ilişkimiz genellikle çocuk yaşta aile büyüklerimizin anılarını dinleyerek başlar. Sonra ilkokul sıralarında her sabah hazır ol’da devletin resmî tarihini de duymaya ve öğrenmeye başlarız. Zaman geçtikçe ise bu anlatılarda bazı eksiklikler fark ederiz. Söylenenler gerçek hayatla her zaman bütünüyle örtüşmez. Eksik parçalar, kara boşluklar vardır. Çünkü resmî tarih egemenlerin şanlı zaferlerini anlatırken bunun topluma yansımalarını örter; bazı aileler ise toplumsal travmaların üstünden atlar.
Benim tarihle ilişkim de üstüme örtülen kimliklerin içimde oluşturduğu boşluklar ve ailemin tarihinde üstünden atlananlarını merak etmemle başladı. Okula ilk gittiğimde tembihlenmiştim; babamın aslını ve nereli olduğunu söylemeyecek, Türk ve Müslüman olduğumuzu belirtecektim. Böylece her sene, okul dönemi benim için babamın nereli olduğu hakkında yalanlar uydurarak başlıyordu. İlk haftalar her hoca için 45 kişi tek tek ayağa kalkıyor, anne babamızın nereli olduğu ve ne iş yaptığını söyleyerek ‘tanışıyorduk’. Bu sayede belki ilk notlarımızı almış oluyorduk.
Benim notlarım hep iyiydi. Makbul bir öğrenciydim. Makbul olmak için ne söylemem gerektiğini biliyordum. Sınıfın çoğu da böyleydi. Ancak bazen asiler çıkar makbullüğün sınırlarını zorlardı. Örneğin Azad köyünün Kürtçe adını söyleyince bazı öğretmenler öyle bir yer olmadığında diretirdi. Benim babamı haritada yerini bilmediği köylerden birinin çocuğu yapmamın aksine Azad, her karışını iyi bildiği köyleri anlatırdı. Bazı çocuklar ise sesi üstüne giydirileni kaldıramazdı. Annesi babası hayatta olmayan, çalışmayan, inşaat işçisi olan, çöp toplayan çocuklar bunu ayakta 45 kişinin önünde söylerken zorlanır, sesi titrer ve gözleri dolardı. Ama okullardaki eğitimin temel amacı zaten buydu: Küçücük bedenlere ne olduğunu ‘öğretmek’ ve onlara tarih sahnesinden kostümler biçmek.
BABAANNEM İRİNİ...
Benim kostümüm ise evde hazırlanmıştı. Ben doğunca babam adını Mehmet Öztürk, dinini ise İslam olarak değiştirilmişti. Böylece bana okullarda ve mahallelerde başkaları tarafından dikilecek kostümlerin iğneleri batmayacaktı. Umulduğu gibi başkalarının iğneleri batmadı ya da tarih sahnesinde yargılanmadım; ancak evde dikilen kostüm içimde delikler açtı. Kostümümü tarihin güveleri yemişti. Sonradan aklımın erdiğine karar verilip babaannem İrini’nin mektupları bana okutulunca bile dolmadı o boşluklar. Aksine büyüdü. Mektuplarında hep korkularından, endişelerinden, komşularının düşmanlıklarından bahseden babaannem hep diken üstünde yaşamış, bazı yılları ise hafızasından komple silmişti.
Babaannem İrini İstanbul’da doğup büyüyen, filmlerde gördüğüm neşeli, açık sözlü ve hayat dolu Rum kadınlarındandı. Büyükbabası 1890’da Kuzey Yunanistan’ın bir köyünden başka bir sürü işçiyle İstanbul’a çalışmaya göçmüş, bir süre İstanbul’da sütçülük yaptıktan sonra bakkal açmış, evlenmiş ve köklenmiş. Babaannem ise 1954’te 16 yaşında Taksim Rum Kız Lisesi’nde başarılı bir öğrenciyken doktor olmayı düşlüyormuş. O dönem Taksim Meydanı’nda kar yağınca oluşan manzarayı ve liseden çıkıp kartopu oynayan gençleri bütün detaylarıyla anlatıyor. 1955 sonrası ise boşluk…
Mektuplarında o yılları atlayıp 1970’lerden devam ediyor. Okulu neden bıraktığı, küçük yaşta neden evlendiği, Türkiye’den neden gittikleri, orada yapamayıp neden döndüklerinin detayları yok. Ancak sonradan, okul dışı tarihten, öğrendiklerimle bunların nedenlerine dair fikirlerim oluştu.
6-7 Eylül Pogromu’na giden süreç ve sonrası bu yüzden benim kendi varlığım (ya da yokluğum) için özel bir anlam taşıyor. Ailemin nasıl daha da yoksullaştığının, benim bu maddi ve manevi zenginlikten nasıl yoksunlaştırıldığımın izini bu süreçte sürdüm hep. Üstüme dikilen makbullüğün boşluklarını, tarihi egemenlerin gözünden yazmayanlarla doldurmaya çalıştım. Böylece yaşadıklarını bana anlatamayacak kadar hırpalanmış ailemin Anadolu’nun Türkleştirilmesi sürecinden nasıl bir pay aldığını öğrendim. El konulan Rum ve Ermeni mallarının Türk burjuvazisi yaratmadaki rolünü ve yaratılan bu sermayeden sınıfımdaki inşaat işçisi oğlu Ünal’ın da, Kürt Azad’ın farklı biçimlerde de olsa nasıl zarar gördüğüne şahit oldum.
TARİHİN KARARMASI...
Artık 6 Eylül gecesi babaannemin tam olarak neler yaşadığını bilme ihtimalim yok. Babamın 80’ler ve 90’lar boyu İstanbul’da Hıristiyan bir Rum genci olarak yaşadıklarını kızına aktarmamak için Öztürk’leşmesinin detaylarını da öğrenemeyeceğim. Öğrenmek de istemiyorum. Ancak bu pogromun aniden varlıklı Rumlara yönelik patlayan öfkeyle oluşan bir utanç gecesi olmadığını, yıllar boyu egemenlerin siyasi söylemleri, kanunları ve idari pratikleriyle gündelik hayata nasıl işlendiğini, sadece varlıklı Rumları değil bütün gayrimüslimleri hedef aldığını öğrendim.
Ailemin o günlerde neler yaşadığını tam olarak bilemesem de içine doğulan kimliği toplum içinde çocuk yaştan saklamak zorunda kalmanın ve varlığını toplum içinde özgürce dile getirememenin yükünü iyi biliyorum. Bu coğrafyadaki devlet pratiklerinin tarihi nasıl kararttığını, halkların içinde nasıl boşluklar açtığını, insanların yaşamlarını elinden aldığını görüyorum. Çünkü hâla çocukların toplumla kurduğu ilk ilişkide içine doğduğu bedeni, tarihi ve geçmişi yargılanmadan ifade edebilmesi ve kendini sonradan inşa edebilmesinin önüne engel olarak bu topraklara dökülen pestisitlere ve biçilen mono-kültüre şahitlik ediyoruz. Bu mono-kültürlü sistem ise bir avucu zengin ederken üzerinde yaşayan toplumları zayıflatıyor, arasına suni boşluklar koyuyor ve her türlü hastalığa dirençsiz kılıyor: “Bebeklerden katiller yaratıyor”.
6-7 Eylül’den bugüne bu ülkede yaşayan Rumlara, Kürtlere, Alevilere, Ermenilere sayısız linç, suikast ve katliam gerçekleşmeye devam etti. Bugünlerde ise göçmen nefreti her sokaktan fışkırıyor ve başka bir sermaye paylaşım savaşının mağduru Suriyelilere yöneliyor. Gündelik hayatta küçücük çocuklara bile dümdüz ırkçılık yapılıyor ve neredeyse her sene Suriyelilerin yaşadığı mahallelere pogrom benzeri linçler düzenleniyor. Böyle bir iklimde toplumumuzun kendisinde ve bireylerin içinde farklı biçimlerde oluşmuş boşlukları gidermek için Hrant’ın sözlerini hatırlamayı önemli buluyorum. Aynı kıyıyı, dağları, ovaları, nehirleri paylaşan Türkler, Yunanlar, Kürtler, Ermeniler, Araplar yan yanadır. "Komşudurlar ve mecburlar birbirleriyle barış içinde yaşamaya. Başka çareleri yok. Bize düşen bu barışı üretmektir".
Aynı coğrafyayı paylaşan halkların emekçileri olarak, bu barışın yollarını aramanın 6-7 Eylül çocukları ve torunlarının da içindeki boşluklara şifa olabilmesini umuyorum. Bu topraklarda yaşanılanları asla unutmadan ama daha fazla insan başka dillerde aynı acıyı yaşamasın diye çabalayarak.
Dipnotlar:
1. Onaran, N. (2013). Cumhuriyet'te Ermeni ve Rum Mallarının Türkleştirilmesi (1920-1930). Evrensel.
2. Benlisoy, F (2012). "6-7 Eylül kapanmadı".
3. Kıvanç, Ü. Hafıza Yetersiz. Hrant Dink Vakfı.
(BİANET.ORG – Deniz Mine ÖZTÜRK – 7.9.2024)