Geçtiğimiz hafta içerisinde, 6 Eylül 2022 Salı günü, Kayıplar Komitesi araştırma görevlisi Devran Akbayram ile birlikte, Lapta bölgesinden bir okurumuzu ziyarete gittik.
Sözkonusu okurumuz bize Lapta’da bir evde bir kadın ve bir çocuğun 1974’te öldürülmüş olduğunu anlattı ve bu konuda Kayıplar Komitesi’nin araştırma yürütmesini istedi.
Okurumuz bize sözkonusu evi de gösterdi ve konuyu özetle şöyle anlattı:
*** Lapta’da bir evde 1974’te bir kadın ve bir çocuk öldürülmüş. Öldürülen birden fazla çocuk da olabilir ama en az bir çocuk olduğu anlatıldı bana...
*** Köyde anlatılanlara göre bir Türk askeri, 1974 savaşı esnasında size gösterdiğim eve girmiş, bir ses duyunca ateş açmış, sonra bir bakmış ki ateş açtığı yerde bir kadın ve bir çocuk yatıyor.
*** Sözkonusu asker çok üzülmüş ve bu olayı aklından hiç çıkaramamış...
*** Bu konuda lütfen araştırma yapınız. Kadın ve çocuğun nereye gömüldüğü hakkında herhangi bir şey duymadım ama belki bu evin avlusu da araştırılabilinir.
Bu duyarlı okurumuza paylaştığı bu bilgiler ve bize sözkonusu evi gösterdiği için çok teşekkür ediyoruz...
*** BİR KİTAP...
Chris Bohçaliyan’ın “Kumdan Kale Kızları...”
ARAS Yayınları tarafından Türkçe’de ilk kez yayımlanan Amerikalı çok satan yazar Chris Bohçaliyan’ın “Kumdan Kale Kızları” romanı, bizleri Bedrosyan ailesinin Anadolu’dan Halep’e, oradan da Amerika’ya uzanan sürükleyici hikâyesine davet ediyor. ARAS Yayınları, kitap tanıtımında şöyle yazıyor:
“Genç yazar Laura Bedrosyan, New York’un bir banliyösünde ve Miami’de geçen çocukluğunu, evdeki Şark halılarını, etrafta kullanılmadan yatan nargile marpuçlarını ve çözemediği bir dilde yazılmış kitapları anımsarken, dedesi Armen’in ölümünün ardından anlatılmaya başlayan hikâyelerle kendini, uzun süredir hakkında yazmayı deneyip başarısız olduğu bir olaya dönerken bulur. Aile içindeki sessizlikler, sırlar ve beklemediği zamanlarda üzerlerine çöken o açıklanamayan hüzün, “her Ermeni hikâyesi gibi” Laura’yı da 1915’e, Halep’e götürür. Dik başlı genç misyoner Elizabeth’in, tehcir sırasında eşi ve kızından ayrı düşmüş Armen’in, sessiz ve küçük yetim Hatun’un, onu korumaya kararlı Nıvart’ın ve soykırımın gerçeklerini büyük bir cesaretle fotoğraflamaya kararlı Alman mühendisler Helmut ve Eric’in Halep’te kesişen hayatlarına çekilirken, yıkımın, yeniden inşanın, cesaretin, iyiliğin ve adalet arayışının en kıymetli örnekleriyle karşılaşır. Laura, soykırımın mirasıyla, dede ve ninesinin hikâyesinin kendi Amerikalı Ermeni kimliği üzerindeki izleriyle hem bir insan hem de bir yazar olarak hesaplaşır. Chris Bohçaliyan (Bohjalian), farklı kuşakların anlatılarını birbirine örerek tarihsel travmaların hiçbir zaman kaybolmadığını, geçmişimizin bugünümüzde yaşamaya devam ettiğini gözler önüne seriyor.”
“Geçmişteki o felaketle bugün de hesaplaşmalı, yüzleşmeliyiz...”
Vartan Estukyan
6-7 Eylül Pogromu’nun üzerinden 67 yıl geçti. İstanbul’da başta Rumlar olmak üzere tüm gayrimüslim azınlığı hedef alan pogrom sonucunda resmî verilere göre 73 kilise, sekiz ayazma, iki manastır, 3584’ü Rumlara ait olmak üzere 5538 ev ve işyeri yakılıp, yıkıldı ve yağmalandı. Türkiye toplumunun 6-7 Eylül’le neden yüzleşemediğini ve olası bir yüzleşmenin nasıl sağlanabileceği sorularını araştırmacı-yazar Foti Benlisoy'a yönelttik.
Üzerinden 67 yıl geçmesine ve pogromun organizasyonunda önemli rol oynayan dönemin Özel Harp Dairesi Başkanı, emekli orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu’nun “Muhteşem bir Özel Harp Dairesi operasyonuydu ve başarıya ulaştı” ifadelerine rağmen pogromla ilgili toplumsal bir yüzleşme ise henüz sağlanabilmiş değil..
Türkiye toplumunun 6-7 Eylül’le neden yüzleşemediğini ve olası bir yüzleşmenin nasıl sağlanabileceği sorularını AGOS gazetesi olarak araştırmacı-yazar Foti Benlisoy'a yönelttik.
*** 6-7 Eylül pogromuyla toplumsal yüzleşme neden sağlanamadı?
Aslında 6-7 Eylül, bu ülkedeki pogromlar ve kırımlar tarihinin en çok konuşulmuş, en çok tartışılmış başlıklarından biri. Öyle ki bir ‘6-7 Eylül’ü anma’ piyasası oluştu demek belki biraz haksızlık olacak ama siyasal yelpazenin solundan sağına ‘olayları’ geçmişimizin üzücü, tekerrürü asla istenmeyen bir epizodu, bir ‘leke’ olarak ‘lanetlemek’ âdetten sayılır oldu. Peki buradan hareketle 6-7 Eylül ile ‘hesaplaştık’, bu elim ‘hadiselerle’ yüzleştik denebilir mi? 6-7 Eylül’ü tarihimizin karanlık ama artık ‘kapanmış’ sayfalarından biri olarak değerlendirmek mümkün mü? “6-7 Eylül’le yüzleştik, hesaplaştık artık” diyebilir miyiz?
Soruya soruyla karşılık vermek belki de en iyisi: Giderek artan bir sıklıkta Kürt karşıtı, Alevi karşıtı ve özellikle de mülteci karşıtı linç vakalarıyla, hatta mini pogromlarla karşı karşıya kalırken, yani 6-7 Eylül’ün ‘ruhu’ dimdik ayaktayken böyle bir iddiada bulunulabilir mi? Pogrom prova ya da girişimleri milliyetçi teyakkuz repertuvarımızın başköşesinde yer almaya devam ederken böyle bir hesaplaşmadan bahsedilebilir mi? Asla unutmayalım: “Geçmişle yüzleşme” dediğimiz şey, mazide bir yerlerde duran objektif bir geçmişin pasif biçimde hatırlanması, geriye çağrılması değil, tam aksine bugünkü gerçeklik bağlamında yeniden hatırlanmasıdır. Ancak ülkenin dört bir yanında göçmenlere yapılan saldırılarda 6-7 Eylül gecesini görebildiğimizde bu tarihle hesaplaşmaya başlayacağız. Yoksa 6-7 Eylül’le ‘yüzleşme’ denen şey, İstanbul’un kozmopolit mazisine dair orta sınıf fantezilerinin ürünü boş bir hayıflanmanın, bir statü söylemi olarak ‘ekalliyet muhipliğinin’ ötesine geçmeyecek.
*** Bu yüzleşme nasıl sağlanabilir?
Geçmişteki felaketlerle yüzleşmek, sadece geçmişe dönüp geçmişteki o felaketleri tartışarak mümkün olabilecek bir şey değil. Tarih bugün ve gelecekten bağımsız olmadığı gibi, hafıza da basbayağı siyasal bir mücadele alanı. Geçmişteki o felaketle bugün de hesaplaşmalı, yüzleşmeliyiz. 1955’teki pogromu mümkün kılan kurumların, tahakküm ilişki ve mekanizmalarının, söylemlerin günümüzdeki varlık ve işleyiş biçimlerini görünür kılan bir hesaplaşmaya ihtiyaç var. Gayrimüslim toplulukları Türk ulusal kimliğinin ‘kök ötekisi’ addeden ve dolayısıyla her vesileyle onları düşmanlaştıran, onları en iyi durumda bir dış politika kozu sayan yaklaşım değişmedikçe 1955 pogromunun lanetlenmesinin tek başına bir manası yok.
6-7 Eylül pogromunu mümkün kılmış iç-özel harp mekanizması işlevsizleştirilmedikçe, ulusal topluluğun haricinde addedilen topluluklara dönük kolektif linç girişimlerinin önü alınmadıkça 6-7 Eylül defteri hiç kapanmayacak. Üstelik unutulan, cezasız kalan her katliam, her linç, her pogrom bir yenisine aralanan kapı aslında. Bu nedenle hatırlamakla yetinmemek, hesap sormak ve mücadele etmek gerek. Ancak ve ancak, günümüzde karşı karşıya olduğumuz güncel 6-7 Eylüllerle mücadele ederek geçmişteki 6-7 Eylüllerle hesaplaşabiliriz. Çünkü faşizmi ve onu ya da onun farklı versiyonlarını doğuran mevcut düzen devam ettiği sürece dirilerimiz de ölülerimiz de asla güvende olmayacak.
*** Yakın tarihte pogromla yüzleşilmesi için kanun teklifleri sunulmuş, 50. yıldönümünde de bir sergi açılmıştı ancak hem kanun teklifleri reddedildi hem de sergi saldırıya uğradı. Bu yüzleşme girişimleri neden sonuçsuz kaldı?
Çünkü 6-7 Eylül’ün üzerinden çok zaman geçmiş olsa da, İstanbul’daki Rum nüfusu büyük ölçüde ortadan kalkmış olsa da Rumlar milliyetçi seferberlik ve alarmizmin konusu olmaya devam ediyor. Günümüzde büyük ölçüde nostaljikleştirilmiş, sevimli bir folklorik unsur haline getirilmiş Rumların muktedirler açısından tehlike arz etmeyen bir muteber öteki konumunda olmaları yanıltmasın. Rumlar, tıpkı Ermeniler ve sair gayrimüslim ahali gibi Türk milliyetçiliğinin adeta bir ‘kök-ötekisi’ konumundadır. Türk ulusal kimliğinin inşa süreci gayrimüslim ahaliyle, bilhassa Rum ve Ermenilerle bir çatışma sürecine denk düşmüş ya da öyle deneyimlenmiş olduğundan bu topluluklar Türk ulusal kimliğinin kök ya da baş ötekisi olarak arketipik bir konum kazanmışlardır. Bu nedenle de gayrimüslim ahalinin ulusal bütüne entegrasyonu mümkün değildir, onların ulusal topluluğa dışsallığı mutlaktır. Milliyetçiliğin her yeniden kabarışında gayrimüslimlerin bir biçimde yeniden hedef halini almasının nedeni budur. Gayrimüslim toplulukların sayısının azalmış olması onların ulusal beka açısından neredeyse bir tür arketipik tehdit olarak algılanmasını değiştirmez.
Dahası 6-7 Eylül’le gerçek bir yüzleşme, daha evvel de belirttiğim gibi, bu topraklarda halihazırda mevcut kolektif linç aygıtının kurumsal ve toplumsal dayanaklarını sorunsallaştırmak anlamını taşır. Bu, ancak güçlü bir toplumsal basınçla mümkün hale gelebilecek bir süreç. Böyle bir toplumsal zorlamanın, milliyetçi beka ve seferberlik söylemlerine karşı direncin eksik olduğu koşullarda 6-7 Eylül pogromuyla gerçek bir yüzleşmenin gündeme gelebilmesi mümkün değil. Günümüzde tam tersine yeni bir milliyetçi dalgayla, milliyetçiliğin yeni bir ‘kara baharıyla’ karşı karşıyayız. Gerek iktidar, gerek muhalefet cenahının milliyetçi alarmizmde gaza basmayı siyaset etmenin makbul bir yolu saydığı şartlarda böyle bir yüzleşme beklemek ham hayal. 1955 pogromunun arka planında Kıbrıs meselesini bir ‘milli dava’ haline getiren milliyetçi seferberlik vardı. Bugün Ege ve Akdeniz’le alakalı olarak (münhasır ekonomik bölgeler, adalar, kıta sahanlığı vs.) benzer bir şovenist ajitasyon söz konusuyken 1955’te yaşananlarla hesaplaşmak söz konusu olabilir mi?
Sözün özü, ‘tepeden inme’, devlet katında bir yüzleşme mümkün değil, hiç olmadı. 6-7 Eylül Pogromu’yla gerçek bir yüzleşme ancak toplumsal düzeyde ve bugünün mücadelelerinde şovenizmi, ırkçılığı ve militarizmi gerileterek olası. Ancak bugünkünden bambaşka (daha özgür ve daha eşit) bir kolektif gelecek tasavvuru, Türkiye toplumuna geçmişteki felaketlerle yüzleşmek için gerekli özgüveni sağlayabilir. Bugün büyük ölçüde eksik olan ve dolayısıyla da milliyetçi demagoji ve hezeyanı süreklileştiren husus budur.
(AGOS – Vartan ESTUKYAN – 7.9.2022)