Eylül başında bir Cumartesi günü, bir grup insan denize gitmekten feragat ederek Lefkoşa’da çalıştay yaptık. Lefkoşa Türk Belediyesi'nin Kamusal Alanda Sanat ismindeki çalıştayıydı katıldığımız. Belediye başkanının konuşması ile başladı, heykeltıraşların, mimarların, şehir plancılarının sunumlarıyla devam etti. Ve her birimiz farklı perspektiften Lefkoşa’nın sanata olan ihtiyacını ele aldık.
Bu çalıştayda yaptığım sunumu, aldığım yorumlar ile birlikte düzenleyerek paylaşmak istiyorum.
Öncelikle Lefkoşa’nın meydanları yok denecek kadar az. Mevcut olan meydanlar ise hep bizden önce adada yaşayan kültürler tarafından bırakılmış. Selimiye Meydanı, İnönü Meydanı vs… Bizler ise bu şehirde gelecek nesiller için yeni meydanlar bırakma zahmetine girmemişiz henüz. Bu konudaki eksikliğimizi ve önerilerimizi bir başka köşe yazısında ele alacağım.
Mevcut meydanlarımıza dönecek olursak, bu meydanları sanat ile buluşturmakta da başarısız olduğumuzu söyleyebiliriz.
Şu anda birkaç okuyucunun “belediyenin durumu bu haldeyken sanat bu kadar önemli mi” dediğini duyar gibiyim aslında. Hiç tereddüt etmeden söylemem gerekir, evet bu kadar önemli.
Önemli çünkü sanat sokağa inmediğinde, vatandaşa ulaşmadığında, şaşırtıp kendini sorgulatmadığında o toplumun ne kadar büyük binaları ve lüks arabaları olursa olsun, gelişmesi mümkün olmuyor. O toplumdan düşünürüler çıkmıyor. O toplum ileriye gitmiyor.
Bu bağlamda tiyatro, sanat ve bilime verdiği önemden dolayı Türkiye’deki pek çok düşünürün önümüzdeki on yıllarda Eskişehir’den çıkacağı söylenir.
Lefkoşa’da bizlerin sanat algısı ise biraz çarpık. Biraz heybetli. Biraz putlaştırılmış. Biraz uzak. Biraz soğuk. Bolca da politik.
Heykellerimizi mesela, onları mutlaka kaideler üzerine koyuyor ve yerden yükseltiyoruz. Yeterince ulaşılmaz değillermiş gibi, etrafında arabaların döndüğü çemberlerin ortasına yerleştiriyoruz.
Ama artık o heykelleri kaidelerden indirme zamanı geldi.
Gelin çemberleri artık çiçekler ile baş başa bırakalım ve bu heykelleri insanların içerisine taşıyalım.
Heykel anlayışımızı da biraz değiştirebiliriz tabii ki. Mesela Mustafa Kemal Atatürk’ün elinde kılıç tutan, atlı heykelini neden yaptığımızı hep merak etmişimdir.
Halbuki Mustafa Kemal’in en büyük zaferi ne Çanakkale’dir ne de Kurtuluş Savaşı. Bu gibi zaferlerin çok daha büyükleri zamanında dağları aşan Hannibal Barca tarafından veya ufukları fetheden Büyük İskender tarafından gerçekleştirilmiştir.
Mustafa Kemal’in başarısı bir ulusu Arapça alfabenin karmaşasından kurtarıp yerine Latin alfabeyi getirmesinden gelir. Kadınlara seçme ve seçilme hakkı vermeyi başarmasından gelir. ‘Fesi evde bırakın artık şapka giyeceğiz’ diyebilmesinden gelir. İnsanlık tarihinde bu büyüklükte zafer başarabilen liderin sayısı iki elin parmaklarının sayısından fazla değildir.
Peki neden biz Atatürk heykelini atın üzerinde ve elinde kılıç ile koymakta ısrar ediyoruz. Gelin bu heykeli meydanlara taşıyalım. Eğer heykelini dikeceksek bir karatahta başında, elinde bir tebeşir, önünde bir öğrenci ile latin alfabesini öğreten Mustafa Kemal’i ölümsüzleştirelim. Meydana gelen turist çocuklar bu heykel öğrencinin yanında dursunlar ve alfabeyi Mustafa Kemal’den öğrensinler.
Mesela Ercan Havalimanı'nın çıkışında bir de Rauf Raif Denktaş heykelimiz var. Yine çemberde, yine kaide üzerinde, yine heybetli, yine ulaşılmaz, biraz da korku verici. Ceketi ile yukarıdan bakan, soğuk ve ulaşılmaz.
Yanlış anlamayın duruşum siyasi değil. Karşıtlığım politik değil. Gelin bu heykeli elinde kamerası ile sağcı veya solcu ayırt etmeden herkesi fotoğraf çeken Denktaş heykeli ile değiştirelim. Hani siyasi olarak en karşıt görüşteki insanları bile fotoğraflayıp da arkasına küçük birkaç sözle hediye eden Denktaş’ın heykeli olsun mesela.
Ve illaki ülkeye gelenleri karşılayacaksa araba ile otoparktan çıkanları değil, yürüyerek havalimanının kapısından çıkanları karşılasın. Ülkemize ziyarete gelenlere fotoğraf makinesi ile hoş geldin desin.
Doktor Fazıl Küçük’ün hasır sandalyede kahve içtiği heykel mesela. Şu anda Girne Caddesi'ndeki Dr Fazıl Küçük Müzesinde sergileniyor. Halbuki bu heykel Girne Caddesi Yarışma Projesinde olduğu gibi mutlaka meydanlara taşınmalı. Bundan on yıllar önce Kıbrıslı Türkler nasıl doktorun karşısında oturup onunla kahve içebildiyse, yeni nesiller de heykelinin karşısına oturabilmeli. Bu kültürü yaşayabilmeli
Heykellerimiz sadece politik figürlerle de sınırlı kalmamalı aslında. Politik ve siyasi heykeller dışında yapabileceğimiz bazıları da şunlar olabilir mesela:
- Dereboyu Caddesi, yani eski adıyla Shakespeare Caddesi'ne bir hamlet heykeli
- Surların Çağlayan girişine Saffet Anibal’ın ocak başında bir heykeli
- En büyük parkımızda Resa Budak’ın çocuğa dondurma uzattığı anı yakalayan heykel
- Sadece kültürümüzü değil, entelektüel gelişimimizi saylayacak heykeller
Eskişehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen büyük bir kasabayı kente dönüştüren asıl faktörü binalar, arabalar veya ticaret olarak değil, sanat olarak tanımlıyor.
Bizler de kendimize soralım. Acaba şehirlerimizin bu halde olmasının sebepleri arasında sanattan bu kadar kopuk olmamızın etkisi var mıdır?
Daha da önemlisi, acaba bizler şehir olmak istiyor muyuz? Yoksa büyük kasabalarda yaşamaktan mutlu muyuz? Seçim bizim.