Kal Marks ve Friedrich Engels’in millet, milliyetçilik ve milli mesele konularında esaslı bir teori geliştirmedikleri biliniyor. Bu konularda Lenin Marksizm’e önemli katkılarda bulundu.
Özellikle Rosa Luxemburg ile giriştiği tartışmalarda, ulusların self determinasyon hakkı konusunda ilerici görüşler geliştirdi.
Rosa Luxemburg, hayatının sonuna kadar işçi sınıfının self determinasyon hakkından söz etmişti. Ona göre, kapitalist düzende ulusların self determinasyon hakkından bahsedilemezdi. Bu, olsa olsa işçilerin “altın tabaklarda yemek yeme hakkı” gibi anlamsız bir şeyden söz etmek olurdu.
Bu yüzden, Rosa Luxemburg, ulusların kendi kaderini tayin hakkına ve ayrılma hakkına karşı çıkıyor -örneğin Polonya’nın ayrılma hakkına itiraz etmişti- ve toplumların sosyalist dönüşümlerini önemsiyordu.
Lenin önceleri, örneğin 1903 yılında yazdıklarıyla, Rosa Luxemburg’a yakın duruyordu ve kendi kaderini tayin hakkından işçi sınıfının self determinasyon hakkını anlıyordu.
Daha sonraları bunun doğru olmayacağı kanaatine vardı. Çünkü, devrim olsa bile işçi sınıfı bir ulus içinde yer alacaktı, bu yüzden milli meseleye önem atfetmek gerekiyordu.
Lenin, enternasyonalizm ve ulusların kendi kaderini tayin hakkı arasındaki diyalektik ilişkiyi Rosa Luxemburg’tan daha iyi kavradı. Ezilen ulusların ayrılma hakkını savunurken, ezen ulusların işçi sınıfının da ezilen ulusların ayrılma hakkına sahip çıkmasını talep ediyordu. Öte yandan da ezilen ulusların işçi sınıfını ayrılma hakkını birleşme yönünde kullanmaya davet ediyordu.
Lenin ulusların kendi kaderini tayin hakkını, ayrılma hakkını ve milliyetlerin özgürlüğünü hem etik hem de siyaset açısından doğru ve yararlı buluyordu. Bunun, Çarlık Rusya’sının yıkılmasında, Büyük Rusya Şovenizminin geriletilmesinde ama aynı zamanda Bolşevik devriminin bekası açısından önemli ve yaşamsal buluyordu. Milliyetlere özgürlük ve uluslara ayrılma hakkı tanımadan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni (SSCB) ayakta tutmak mümkün değildi.
Bu arada şunu da belirteim ki, Komünist Partisinin sekizinci kongresinde (1919) ulusların self deteriminasyon hakkı parti programından çıkarıldı ve onun yerine “ayrılma hakkı” programa alındı.
Ayrılma hakkı, ulusların self determinasyon hakkının ayrılmaz bir parçasıydı.
Fakat Lenin’in bazı yoldaşları devrimin yayılmasına dikkat çekiyor ve ulusların kendi kaderini tayin hakkını “gerici” buluyorlardı. Bunlardan biri de komünist partisinin Ukrayna sorumlusu Piatakov idi.
Piatakov, ulusların self determinasyon hakkına karşı çıkmakla kalmıyor, milli toplulukların (milliyetlerin) işçi sınıflarının da bu haktan mahrum bırakılmasını savunuyordu. Piatakov, her şeyin Sovyet Rusya’nın kontrolünde olmasını istiyordu.
Sadece Ukraynalılaırn değil, Ukrayna işçi sınıfının da self determinasyon hakkına ve özerkliğine karşı çıkıyordu. “Ukrayna proletaryası itiraz etse bile, Sovyet Rusya Ukrayna’nın kontrolünü elden bırakmamalıdır” diyordu.
Lenin’in Piatakov’a verdiği yanıt sert ve kesindi: “Sen, Büyük Rusya Şovenisin”.
Lenin yaşamı boyunca ulusların eşitliğine inandı ve Büyük Rusya Şovenizmine karşı mücadele etti. Ekim Devrimi’nden sonra parti içinde milliyetçi eğilimlere karşı uyanık oldu.
Lenin, ulusların kendi kaderini tayin hakkını ve ayrılma hakkını benimsediği için, ilk iş olarak Finlanda’nın bağımsızlığını tanıdı- bağımsızlık töreninde bolşevik hükümetini Stalin temsil etti- hem de SSCB’ye katılan ülkelere “milli eşitlik” tanıdı.
Kuşkusuz, günümüzün Rusya Federasyonu ile SSCB arasında hiçbir benzerlik yoktur. Ne de Putin, Lenin’in ilkelerini benimseyen biridir.
Tam tersine, Putin, Ukrayna’nın self determinasyon hakkını inkar ettiği gibi, var olma hakkını da yadsıyor. Ukrayna devletinin varlığını Lenin’e borçlu olduğunu söylüyor ve Ukrayna’ya karşı savaş açarak yayılmacı bir politika izliyor.
Lenin yaşasaydı, Putin’e bir cümleyle yanıt verirdi: “Sen, Büyük Rusya Şovenisin.”