Simge Çerkezoğlu
Osmanlı padişahlarının eserlerini yeniden yorumladı. Doğulu ezgilerden ilham alarak, onları caz ile harmanlayıp yepyeni besteler yarattı… Kalan Müzik tarafından yayımlanan Serai Jazz albümü Kıbrıslı müzisyen Levent Soyer’e ait… Besteleri insana dinginlik verirken, adeta bambaşka bir dünyanın kapılarını aralıyor. İnsan dinledikçe hangisinin daha güzel olduğuna karar veremiyor. Sanatçı tüm bunları yaparken kalplerimizin ritmine de kulak kabartıyor, Kardiyoloji Uzmanı olarak Girne Akçiçek Hastanesi’nde çalışmaya devam ediyor.
“Ruhumun ağırlıklı kısmı sanatçıydı ama hekim olma idealim de vardı”
Öncelikle Levent Soyer içindeki müziği nasıl keşfettiğini anlatıyor.
“Lefkoşa Suriçi’ndeki evimizde annemim piyanosu vardı, çaldığına şahitlik ederdim. Sekiz yaşlarımda piyanonun başına oturup rastgele siyah tuşlardan çıkan pentatonik gamı dinlediğimi hatırlıyorum. Babam bunu fark etti ve beni Yıldan Birant hocama başlattı. Temel klasik müzik eğitimimi orada aldım. Babam da sürekli evde blues, soul ve caz müzik dinlerdi. Ergenlik yaşlarımda müzikten koptum, her erkek çocuk gibi mahallede futbol oynamaya başladım. Müziğe tam anlamı ile yeniden dönüşüm lise yıllarımda oldu, gitar çalmaya, rock müziğe ilgi duymaya başladım. Osman Cankoy lisede müzik öğretmenimizdi. Bize o da müzik bilgisi kazandırdı. Üniversiteye başlayacağımda kariyerime müzikle devam etme ikilemini çok yaşadım. Bu yüzden de bedeller ödedim. Ruhumun ağırlıklı kısmı sanatçıydı ama öte yandan insanlara yardım etmek, hekim olmak gibi bir idealim de vardı. Oysa insanın sanatla uğraşabilmesi için çok çalışması, kendini derinlikli olarak adaması gerekiyordu. Sonuçta hayatımı ikiye böldüm. Müzikal fikirlerimi üretmeye hep devam ettim. Hiç kopmadım. Adana’da Çukurova Üniversitesi’nde konservatuar da hemen hastanenin yanındaydı. Müzik hep hayatımın içindeydi.”
“Müziğe geniş perspektiften bakıyor, farklı enstrümanlar çalıyorum”
Kendi yaptığı müziği nasıl tanımladığını sorduğumda ise, müziğin sadece iyi ve kötü müzik gibi sınıflandırılabileceğini söylüyor, tıpkı insanlar gibi…
“Müzik türlerini ayırmayı doğru bulmuyorum. Sadece müzik vardır, iyi müzik ve kötü müzik vardır. Müziğe bu perspektiften bakıyorum. Düşünebileceğiniz pek çok türden, klasik, avangartta, rock, elektronik alanında bu güne kadar pek çok besteler yaptım. Hatta kaydettiğim elektronik müzik besteleri sayesinde Aydın Esen’e ulaştım. Hatta bana geri dönüş yaparak bestelerimi çok beğendiğini söyleyerek beni cesaretlendirmişti. Müziğe çok geniş perspektiften bakıyorum. Farklı enstrümanlar da çalıyorum. Piyano, klasik gitar, bas gitar, perküsyon, tabla, elektronik müzik için synthesizer… Aslında multi enstrümanist olma fikrim liseden başladı ve hep de devam etti.
“İnsanın hayatı bile, sesle, ağlama ile başlıyor”
Öyle anlaşılıyor ki, Levent Soyer hayatı boyunca müziği icra etmekle kalmayarak, müzik üretmeyi, besteler yapmayı tercih etmiş… Sanırım kalbimizin de ritmi olduğu için doktorlukta da bu alanı seçerek kalp doktoru olmayı seçti.
“Ben evrenin anahtarını müzikte buldum. Sesler… Çevremizde bizi tanımlayan her şey derinliğe neden olan sesler… Etrafımızda aura gibi dönüyorlar. Hayat seslerin sürekli var olup yok olmasına neden oluyor. İnsan hayatı bile böyle, sesle, ağlama ile başlıyor. O andan itibaren de etrafımızda ses evreni oluşuyor. Hayatta her şey bana müzik gibi geliyor. Tanımına baktığımızda zaten müzik organize edilmiş seslerdir. Müzisyenler de etraflarındaki rastlantısal sesleri topluyor, onları düzenleyip organize ediyor. Beynimizle biriktirdiğimiz renkleri tuvale aktarmak gibi.”
“Her şey Osmanlı Padişahı 3. Selim’in Buselik Şarkı melodisiyle başladı”
Albüm yapma fikrinin nasıl doğduğunu da soruyorum…
“Bir sürü bestem vardı. Birçoğu kayıt altına alınmış duruyordu. Zihnimde bir fikir oluştu. Her şey Osmanlı Padişahı 3. Selim’in Buselik Şarkı melodisi ile başladı. Çok hoşuma gitmişti. Bu melodiyi piyanoya uyarladım, çok hoşuma gitti. Bu fikirden yürüyerek bir albüm yapabilir miyim diye düşünmeye başladım. Osmanlı etkisi Avrupa’da, Balkanlarda, Kıbrıs’ta her zaman çok yoğundur. Bunun ortaya yeniden, güzel biçimde çıkarılması fikrini de her zaman düşünmüşümdür. Osmanlı saray musikisi sade hali ile kaldığı taktirde çok ağır, dinlenmesi zor, uzun ve dünyaya ulaşması zordu. Bu yüzden ben onu alıp yeniden vermek istedim daha kolay dinlenebilir, daha hoş, multi enstrümantal, polifonik şekilde yaymak istedim. Zaten İslam ahlakı ve Sufizm’e de her zaman ilgim vardı. Bu konuda kendi kendime yazdıklarım da var.”
“Temayı alarak yeniden bambaşka bir müzik ürettim”
Osmanlı saray müziğini caz müziğe dönüştürme fikri öyle sanıyorum ki ilk kez denendi…
“Saray musikisi veya makamsal müziğin caza uyarlanma denemeleri çok var. Asya Minör diye bir grup var, makamsal müziği kendilerine özgü caz, fusion, funk havasında çaldılar. Osmanlı padişahlarının eserlerini tam olarak caz formatında birilerinin uyarladığını, yorumladığını bilmiyorum. Sanırım ilk kez oldu. Caza olan ilgimden dolayı bu melodileri caza uyarladım. Bach, Vivaldi gibi klasik müzik bestecilerinin eserleri de caza uyarlandı. Onlar da çok ilginçtir. Çünkü Bach’da halk ezgilerini alıp kontrpuan (birbirlerine armonik açıdan bağlı, ancak ritim ve gelişimi bağımsız olan seslerin ilişkisi) ile birleştirerek müzikler yaptı. Şimdi de başkaları Bach’ın melodilerini alıp caza uyarlıyor. Benim tercihim ise farklı bir yönde oldu. Albümde bir parça tamamen bana ait. Sufi temalı İç Kelam isimli eser. Synthesizer ile çello ve piyanoya uyarladım. Albümün ortasına koyduğum üçüncü parça. Diğer geriye kalan beş parçanın dengesi yeniden kompozisyon şeklinde oluştu. Melodiyi aldım ve o melodi tekrardan bambaşka şeylerin yaratılmasına neden oldu. Yeniden beste demek de yanlış olmaz hakikaten, çünkü temayı alarak yeniden bambaşka bir müzik ürettim. Keza bunun örneklerini Igor Fyodorovich Stravinsky’de duyabilirsiniz. Estonya melodilerini alarak yeniden yorumladı. Siz dinlerken Estonya melodisi olduğunu bile anlamazsınız.”
“İnanç kimseye öğretilebilecek bir şey değil”
Sufizm’e olan ilgisinin başlangıcının ise çocukluğa dayandığını düşüyor…
“İnsan bir inanç sistemine bağlıysa kendini o inanç sisteminde hissediyorsa bunu hissetmesi de lazım. İnanç kimseye öğretilebilecek bir şey değil. İnanmak kişinin kendinin bulacağı şeydir. O mertebeye erip ermemek, onu hissedip hissetmemek insana kalmış, Tanrı’nın verdiği bir şey. Tabii çocukluğumuzda da etkilendiğimiz şeyler olur. Beni babaannem yetiştirdi. Evde birçok hadis kitabı, kuran vardı. Babaannem namaz kılardı. Onlar da beni etkilemiştir. İnsanlara yardım etmek, kimseyi bir şeye zorlamamak da İslam ahlakının temeliydi. Tabii bunlar yanında Kutsi Erguner’ın Batının Doğusu albümü, Flamenko müziğinin, Sufi müziği ile birleştiği bir albümdür, o da beni çok etkilemiştir. Böylece Mevlevi müziğini, ayinlerini inceledim. Daha sonra da kendimi yetiştirdim. Mevlana, Yunus Emre, İbni Arabi, Şemsi Tebriz, Aziz Fransis, Nietzsche okudum, inceledim. Arayış içindeydim. Doğayı, dünyayı nasıl izah edeceğimizi düşünüyordum. Bu arayış beni biraz da Sufizm’e sürükledi.”
Albüm Türkiye’nin en seçkin müzik şirketlerinden biri, Kalan Müzik’ten çıktı. Yollarının kesişme süreci ise;
“Kalan çok kıymetli bir firma, 90’lı yıllardan bu yana nadir müzik türlerinin, etnik müzikleri arşiv serisi ile toplanması gereken Aşık Veysel, Neşet Ertaş, Zeki Müren gibi değerli müzik insanlarının katalog şeklinde toplandığı yayın evi gibi. Kucak açtığı müzik türleri, sanat değeri olan müzikler… Ömrü sonsuz albümler. Kayıtları ben yapıp bitirdikten sonra yayınlama fikri aklıma gelince en uygun yayınevi hangisi olur diye düşünmeye başladım. Avrupa’dakilere de baktım. Hatta Acetate de gönderdim. Bana cevap verdiler, görüştük. Olabileceğini ama zaman alacağını söylediler. Ben de böylece Kalan Müzik ile iletişime geçtim. Onun perspektifine, anlayışına çok uygun olacağını düşündüm. Çok iyi ekipleri var. Albümümü yayınlamayı kabul ettiler. Zaten her şey hazırdı. Tüm kayıtlar evde yapıldı. Müzisyen arkadaşlarım Atakan Sarı, Hasan Özgür Tuna da bana enstrümanları ile katkıda bulundu. Kısa bir süre önce de ilk klip yayınlandı. ”