KIBRIS’TAN HATIRALAR...
Çok değerli arkadaşımız, Avustralya’dan araştırmacı yazar-grafik sanatçısı ve akademisyen Konstantinos Emmanuelle, “Tales of Cyprus” yani “Kıbrıs’ın Hikayeleri” sayfasında, bir İngiliz Leydi’nin 1878 yılında Kıbrıs’ı ziyareti ve burada çektiği fotoğraflar ve hatıralarından oluşan kitabının özetini yayımladı...
Leydi Anni (Anna) Brassey, “Sunshine and Storm in the East” yani “Doğudaki Güneş Işığı ve Fırtına” başlıklı kitabında İstanbul, Yunanistan ve Kıbrıs’ı ziyaretlerinden hatıralarını ve fotoğraflarını yayımlamıştı... Bu konuda Konstantinos Emmanuelle, devamla şöyle diyor:
BEŞİNCİ GÜN – KİTREA
PAZARTESİ, 11 KASIM 1878
*** Ertesi günü Brassey’ler, Kitrea köyüne (Değirmenlik) günübirlik bir ziyaret yapmaya karar veriyorlar. Kanlıdere üzerindeki köprüden geçerken, Leydi Anni, sarp bir tepenin dibinde çeşitli hayvanların leşlerinin yatmakta olduğunu farkediyor. Ona bu hayvanların ya öldüğünü ya da kentte öldürülüp yerliler tarafından buraya atıldığını aktarıyorlar. Açlıktan neredeyse ölmekte olan bir köpek sürüsü onlar Kitrea’ya yaklaşırken, vahşice havlıyorlar...
*** “İki saat boyunca hiçbir verimlilik işaretine rastlamamıştık ancak sonra bağlardan, pamuk ekili tarlalardan, nar, zeytin ve portokal ağaçları ekilmiş bahçelerden geçmeye başladık. Sonuçta zengin bir Ermeni’nin evine vardık – kardeşlerinden birisi, kampta çevirmen olarak çalışıyor. Eşi ve kızları bizi karşılamaya çıktı, pamuk toplamakta olan kızlarla dolu bir geçitten geçtik... Evin üstündeki iki kat sısamla, çeşitli tahıllarla, pamukla, kavunlar, kabaklar vs. ile stok edilmiş... Bir Türk divanına uzanmak ne kadar da güzeldi, serin bir taş evde, o kavurucu sıcaktaki uzun yolculuk ardından! Gerçekten de Kıbrıs’ın güneşi, tıpkı kızgın bir aslana benziyor, bu Kasım ayında dahi... Öyleyse yazın ortasında burada durum nasıl olabilir? Subaylar hiçbir zaman asla böyle bir şey hissetmediklerini, hatta Hidnistan veya tropik bölgelerin en sıcak yerlerinde dahi böyle bir kavurucu sıcak görmediklerini anlatıyorlar. Evin hanımı bize macun ağırladı, soğuk su ve kahve ikram etti, limonata da sundu ve biraz dinlendikten sonra Sir Garnet’in hizmetkarları tarafından getirilen öğle yemeğimizi minnettarlıkla kabul ettik...”
*** Leydi Anni, Kitrea’yı ziyaretinden çok memnun kalmıştır. Çok sayıda meyva ağacıyla çiçekli sarmaşıkları görmekten mutlu olmuş, evlerin duvarlarının beş ayak yüksekliğinde sarmaşıklarla kaplı olduğunu yazmış... Aynı şekilde, Kitrea’nın akar suyunun köylüler tarafından değirmenlerini çalıştırmak üzere nasıl kullanıldığını, bunların ilkel birer yapı olduğunu ancak iyi çalıştıklarını da kaydetmiş...
*** Lefkoşa’ya dönünceye kadar karanlık basıyor ve yolda bir ipek tüccarıyla karşılaşıyorlar, o da Kıbrıs’ın el yapımı ipeklilerini onlara göstermek istiyor... Kıbrıs’ın ipekli kumaşları bir yardanın dörtte üçü eninde ve yardası üç şiline satılıyor. Leydi Anni, boyanmamış olan ipeklileri beğeniyor, bunlar ipek kozasının doğal renginde oluyor... Leydi Anni, birkaç örnek satın alıyor, Lefkoşa’nın en zengin adamlarından birinin kızı tarafından elde işlenmiş dantellerle süslenmiş güzel bir de kombinezon satın alıyor...
ALTINCI GÜN – MATYAT, DALİ
SALI, 12 KASIM 1878
*** Ertesi günü Lord Thomas ile Leydi Anni, Sir Garnet Wolseley’le vedalaşarak Lefkoşa’dan ayrılıyorlar, onlara bir zaptiye eşlik ediyor, Matyat’taki kampı ziyarete gidiyorlar. “Sıcak ve yorucu bir yolculuktu” diye yazıyor Leydi Anni, “ve bize eşlik eden zaptiye de yolu çok iyi bilmiyordu: Ama en azından uzaktan beyaz çadırları gördük, harnıp ağaçlarının gölgesinde kurulmuşlardı. Bu, Kraliyet Mühendisleri’nin kampıydı. Eşim durup onlarla sohbet etti. Çok sefil biçimde hasta görünüyorlardı ve Tom’a, ateşli bir hastalıktan muzadarip olduklarını anlattılar. Kıbrıs’ta bu ateşli hastalığın neden bu kadar yaygın olduğunu anlamak zor... Bazı hekimler, tüm adada toprak yüzeyinin hemen altında su bulunduğunu ve kuyu açarak suya ulaşmanın çok kolay olduğunu söylüyor. Başkaları ise bu ateşli hastalığın nedeninin, açılan bu kuyuların neredeyse tümünün de bir Türk ya da Rum mezarlığının on ayak yakınlarında kazılmasından kaynaklandığını anlatıyorlar... Granit ve kumtaşının parçalanmasının bu hastalığın nedeni olduğunu anlatanlar da vardır...”
*** Biraz dinlendikten sonra Brassey seferi, Dali’ye doğru indiler – burada nüfusun neredeyse tümü de yeni yollların yapımında istihdam edilmekteydi. Erkekler günde bir şiline, kadınlar dokuz peniye çalışmaktaydı, küçük çocuklar da sepetleri taşla doldurup bunları tepeden aşağıya indirdikleri için günde beş peni kazanıyorlardı.
*** “Dali’ye vardığımızda ne zaptiye, ne de araba bulabildik ve paniğe kapılmaya başlıyorduk çünkü penceresi olmayan, kapıları sıkıca kapatılmış kerpiç evlerin bulunduğu ve pek az insanın yaşadığı, anlamadığımız bir dil konuşulan bir Türk köyünde herhangi bir şey aramak, çok da hoş birşey değildi – özellikle de gece inerken ve insan zaten çok yorgunken...”
*** Brassey ailesini Dali’den Larnaka’ya taşıyacak katırcılar geldiğinde, güneş batmaktaydı... “Katırcıların neredeyse tümü Atiyenu köyünde yaşıyordu (Kiracıköy – S.U.) dürüst insanlardı ancak zamanında gelmiyorlardı ve çok yavaş hareket ediyorlardı...”
Larnaka’ya vardıklarında Brassey’ler, Albay White’ı ziyarete gittiler – Albay White, kendilerine ofis binasında bulunan pek çok şeyi gösterecekti: Bunlar büyük talk parçaları, sarı ohro, kurşun, altın, bakır ve General Cesnola’nın kardeşi Alessandro tarafından kazılıp çıkarılmış bir oda dolusu vazo ve cam eşyası vardı. Alessandro ne yazık ki adanın çok sayıda antikasını adadan kaçırmayı başarmıştı, ta ki İngiliz yetkililer kendisini nihayetinde durduruncaya kadar...
YEDİNCİ GÜN – MAĞUSA
ÇARŞAMBA, 13 KASIM 1878
*** Ertesi sabah saat 10’da, “Sunbeam” yatı, Mağusa’ya doğru yelken açtı, öğlen saat 2’de de Mağusa’ya vardı. Leydi Anni bu kentin tekrar tekrar elden geçirildiğini ve Lüzinyanlar, Cenevizliler ve Venedikliler tarafından antik Salamis’ten taşlar kullanılarak güçlendirildiğini keşfedecekti... Leydi Anni, Mağusa’yla ilgili olarak şöyle yazacaktı: “İçteki liman tahtadan yapılmış küçük balıkçı tekneleriyle doludur ve sahilde çuvallar içerisinde narlarla yüklü uzun bir deve kervanı görülebiliyor... Paçavralar içerisindeki bazı Türkler bizlere St. Nikolas Latin katedralini gösterdiler... Toz toprak ve yıkıntılar içerisindeki Mağusa’da birkaç kerpiç ev var, 300 kadar insana ev sahipliği yapıyor... Bir zamanlar Mağusa, 300 bin kişinin yaşadığı bir yerdi... Şimdilerde üç kilise vardır, oysa bir zamanlar burada ikiyiz tane kilise bulunmaktaydı...”
*** Daha sonra Hükümet Konağı’na gittiklerinde Leydi Anni hizmetkarların çoğunun ateşli hastalıklar nedeniyle yattıklarını farkedecekti, bunlar arasında Doğu Akdeniz’in Robiğn Hood’u diye bilinen Katırcı Yanni de bulunmaktaydı ki kendisi Suriyeli ünlü bir eşkiya idi... Anlatılan öyküye göre Katırcı Yanni bir zamanlar İzmir yakınlarında zengin bir Türk’ün yanında çalışmaktaymış ancak efendisinin kızıyla bir ilişkiye girince başı derde girmiş, dağlara kaçmış ve zenginleri soyarak fakirlere dağıttığı bir hayat sürdürmeye başlamış. 2 bin kadar Rum kızının cehizini de karşıladığı anlatılıyor. Pek çok sene kaçak yaşadıktan sonra nihayetinde Türk yetkililere teslim olmuş ve Konstantinopol’de (İstanbul’da) küçük bir hücreye kapatılmış, yedi sene boyunca duvara zincirli olarak yaşamış, sonra da Kıbrıs’a sürgüne gönderilmiş...
*** Akşam saat 6’da, Lord Thomas ile Leydi Anni, tekrardan Sunbeam yatına geri dönmüşlerdi ve kızlarına kavuşmuşlardı... Leydi Anni, Mağusa’nın ziyaret etmiş olduğu tüm yerler arasında kendisini en çok depresyona sürükleyen yer olduğunu yazıyor...
SEKİZİNCİ GÜN – GİRNE, BALABAYIS
PERŞEMBE, 14 KASIM 1878
*** Ertesi günü sabah saat 10’da Brassey’ler, Girne’ye varmışlardı ve 60’ncı Alay’dan Bay Holbech onlara kıyıda eşlik edecekti. Ne yazık ki oradaki İngiliz kampını da vurmuştu ateşli hastalık ve bir kez daha subaylar, çadırlarında kalmak zorundaydı... “Bu güzel ortamda dahi günde üç kişi bu ateşli hastalığa yakalanıyor ve her devrisi gün, bir tanesi sedye üzerinde götürülüyor” diye yazıyor Leydi Anni...
*** Hükümet Konağı’nda Bay Holbech’in kaldığı yere kısa bir ziyaretten sonra (burası eski bir Türk konağı idi daha önce), Leydi Anni, yerel çarşıya giderek alışveriş etmek istiyor. Herşeyin ne kadar ucuz olduğuna şaşıyor. Kırk kişiyi doyurmaya yetecek kadar sebze satın alıyor (ıspanah, enginar, kırmızı biber, domates, soğan, patlıcan vs.) ve bunun için yalnızca iki şilin ödüyor. Güzel, şişman bir koyun satın alıyor 13 şiline...
*** İştah açıcı bir öğle yemeğinden sonra Balabayıs manastırına gitmeye karar veriyor Bassey’ler... “Buradaki manastırı bir hastaneye dönüştürmek üzere en iyi odaların pencerelerine panjur takıyordu askerlerimiz ve zemini tamir ediyorlardı – ancak buraya taşınan ateşli hastalığa kapılmış olanlar, giderek daha da kötüleşiyordu... Görünen oydu ki denizden 3 bin ayak yükseklikte dahi, bu ateşli hastalık inatla devam etmekteydi...”
*** Brassey’ler Balabayıs’tan ayrılırken güneş batmaktaydı... Girne’ye dönüşleri biraz tehlikeliydi çünkü yol kayalıktı ve harnıp ağaçlarının dalları da alçaklardaydı... Çok şükür onlara eşlik eden zaptiye yolu iyi biliyordu ve böylece saat 6’yı biraz geçe, limana varmışlardı... Kendilerine verilen katırlar, eşekler ve atlarla ilgili olarak Leydi Anni şöyle yazıyordu: “Kıbrıs’taki midilliler (katırlar/atlar demek istiyor herhalde – S.U.)hem ucuz, hem de dayanıklıdırlar, sağlam basıyorlar ve akıllıdırlar ancak biraz kavgacıdırlar, birbirleriyle dalaşıyorlar sürekli... Hayatımda hiç bu kadar kavgacı hayvanlar görmemiştim... Her bir hayvan 7 ile 12 şiline mal oluyor...”
DOKUZUNCU GÜN – KARAVOSTASİ, KAMBOS, CİKKO
CUMA, 15 KASIM 1878
*** Ertesi günü Brassey’ler erken saatlerde yola çıkarak sabah saat 9 gibi Karavostasi’ye (Gemikonağı – S.U.) vardılar. Çevirmeni ve katırları görür görmez (bunlar Lefkoşa’dan gönderilmişti), Brassey’ler karaya çıktılar. Bir saat kadar ilerledikten sonra Sir Garnet Wolseley’le ve ekbiyle Omorfo yolunda buluştular. Katırlarından inerek gölgede serinletici birşeyler içtiler ve Kıbrıs hakkında konuştular. Sir Garnet, Brassey’lere Kıbrıs’ın sık ormanlarla kaplı, av hayvanlarıyla dolu olduğu yönündeki miti aktarıyor. Ona göre pek az iyi ağaç vardır, bunlar da birbirinden uzaktadırlar – av hayvanlarına gelince, adada pek az av hayvanı kalmıştır, biraz keklik ve dağlarda muflonlar... Venedikliler döneminde adada dolaşan atların, midillilerin, öküzlerin ve ineklerin dahi soyu tükenmiş vaziyettedir.
*** Bir süre dinlendikten sonra Sir Garnet ile Brassey’ler kendi yollarına gidiyorlar. Brassey’ler, Cikko’ya doğru dağ yollarında ilerliyorlar. Kambos köyünden geçiyorlar ve yerli “mastik” (“zivaniya”yı kastediyor olmalı – S.U.) yapımına tanık oluyorlar ki bu, oldukça sevilen bir içkidir. Derhal büyük bir kalabalık toplanarak İngiliz ziyaretçileri izlemeye başlıyor. Bir noktada köy muhtarının eşi ileriye çıkıyor ve misafirlere gülsuyu serpiyor... Katırlarını dinlendiriyorlar ve onları kayalardan fışkıran soğuk, kristal berraklığında su içebilecekleri bir yere götürüyorlar...
*** Cikko’ya doğru yollarına devam eden Brassey’ler, Çakistra köyünde kısaca duruyorlar, yine büyük bir kalabalık karşılıyor onları ve yine onlara gülsuyu serpiyorlar... Leydi Anni, özellikle adanın yerli kadınlarını gözlemiyor... “Venüs, favori adasında kendi güzelliğinden pek birşey bırakmamış geride... kadınların neredeyse tümünün güzel gözleri var ancak ciltleri, dişleri ve biçimleri çok kötü... Kentlerde yaşayanlar hiçbir zaman kapıdan dışarı çıkmıyorlar, bu yüzden tenleri beyaz ve narin görünüyor – kırsal alanda yaşayanlar ise tarlalarda çalışırken sürekli güneşe maruz kalmaktan ötürü kararmışlar... Dağınık görünüyorlar, sanki parçalanıp döküleceklermiş gibi... Giysileri de genellikle kirli ve soluk renklerdedir, böylece etkileri pek de bakılabilir gibi değil...”
*** Brassey’ler Çakistra’dan ayrılıncaya kadar neredeyse akşam çöküyor ancak çok şükür katırlar yolu biliyor, karanlıkta bile yollarını bulup Cikko Manastırı’na varıyorlar. “Ağaçlar arasında manastırın bizi karşılayan davetkar ışıklarını görünce mutlu olduk. Önce arka kapıdan girdik, papaz yardımcıları dehşete düştüler bundan, gelip bize doğru girişi gösterdiler. Burada bizimle başka papazlar da buluştu ve bizleri avludan, merdivenlerden, pasajlardan geçirip küçük bir odaya götürdüler – odanın selvi ağacından güzel biçimde oyulmuş bir tavanı vardı. Başpapaz yardımcılarıyla birlikte bizi burada ziyaret etti ve günbatımından önce gelmediğimiz için bizden umudu kesmiş olduklarını ve düzgün bir akşam yemeği sunamayacaklarını söyledi. Önce bize bildik macunlardan, su ve kahve sundular. Sonra da ekmek, üzüm, peynir, mastik (zivaniya demek istiyor – S.U.) ve Kıbrıs şarabı ikram ettiler. 12 kadar keşiş bize büyük bir gayretle hizmet etti, ne istediğimizi en ufak hareketimizden anlamaya çalıştılar, dilimizi hiç bilmiyorlardı, biz de onların dilini anlamıyorduk...”
*** Leydi Annie, küçük yatak odasını kızı Mabelle’le paylaşmaktaydı – bu odanın duvarları dört ayak enindeydi... tavandan gümüş bir lamba sarkıyordu. Mobilya ise Türk kilimleriyle kaplı iki büyük divan, duvara iki sıra halinde dizilmiş sekiz sandalye idi. “Elimizi yüzümüzü yıkamak istediğimizi söyleyince bir papaz bize bir leğen getirdi, bir diğeri sabun, bir üçüncüsü havlu, bir döddüncüsü de bir mum getirdi. Çok büyük zorluklarla onların bunları bize bırakmaları ve gitmelerine ikna edebildik. Leğende elimizi yüzümüzü yıkayıncaya kadar onu tutmakta ısrar ettiler, sonra da bakımımızı tamamlayıncaya kadar kapının dışında beklediler...”
ONUNCU GÜN – CİKKO, KARAVOSTASİ
CUMARTESİ, 16 KASIM 1878
*** Ertesi günü Brassey’ler erkenden kalmışlar ve dağlarda gezintiye çıkmaya karar vermişlerdi. Ancak geziye çıkarken Arşimandrit’le tanıştılar, o Lefkoşa’dan onları görmeye gelmişti, ateşi olduğu halde... Onları karşılamak üzere gelememiş olduğu için özür diledi – bağlı olduğu kurallar, gün batımından sonra kapının dışına çıkması yasaktı. Onları dağdaki yolda bir yerde karşılayıp onları bir kiliseye götürüp kutsamak ve manastıra girerken kilisenin çanlarını onları karşılamak üzere çalmak istediğini anlattı. Leydi Anni bu kadar çok ilgiden hoşlanıp hoşlanmayacağından emin değildi.
*** Kısa bir geziden sonra Brassey’ler sabah saat 8’de kahvaltı için manastıra geri döndüler, sonra da Arşimandrit onlara kiliseyi gezdirdi. “Güzel bir binadır bu” diye yazıyor Leydi Anni, “Bizans resimleriyle donatılmış bir sunağı var... Bazı güzel kitaplar ve mumlar var, Bakire Meryem’in bir portresi de var, bunun St. Luke tarafından yapıldığı söyleniyor. Bize onun imzasını gösterdiler, senede bir gün binlerce insan bunu görmeye geliyormuş...”
*** Kiliseden sonra Brassey’ler, Arşimandrit’in kaldığı yere götürülmüş, burada kendilerine macun, soğuk su ve kahve ikramı yapılmış. “Arşimandrit çok hasta görünüyordu, neredeyse seksen yaşında ve ayakta duramıyordu” diye yazıyor Anni, “ancak ille de bize her yeri göstermekte ısrarlı oldu, personeline dayanarak ya da iki yardımcı papaz tarafından desteklenerek bizi gezdirdi. Bizi kütüphaneye götürdü... Osmanlı Türkleri tarafından çan çalmanın yasaklandığı dönemlerde duaya çağrı için kullanılan bir tahta parçasını gösterdi bize... Moskova’dan şahane çanlar gösterdi, bunları bir Rus aile sunmuş kendilerine, bunları çaldılar, seslerinin tonlarını dinleyebilelim diye...”
*** Deniz kenarındaki Karavostasi’ye dönüş yolculukları nisbeten daha hızlı ve daha uygun şekilde gerçekleşti çünkü hava daha serindi ve daha az yorucuydu seyahat... Kıyıya uzanan son tepeden inerken, demirlemiş vaziyette Sunbeam’i gördüler, karanlık çökerken onları almayı bekliyordu... Birkaç saat sonra tekrardan Subeam’e binmişlerdi, buharla çalışan makineler tekrardan hayata dönmüştü ve demir alınmıştı... O akşam Leydi Anni, güncesine şöyle yazacaktı: “Saat 8’de demir aldık ve Kıbrıs’a veda ettik, son on günü güzel geçirdik...”
*** Leydi Anni’ye göre 1878 yılı Kıbrıs için olağanüstü zorlukta bir yıldı, bunun nedeni kuraklık ve o ateşli hastalıklardı... Ekim’de yağması gereken yağmurlar gelmemişti... Hiç yağmur yağmayan çok daha kötü yıllar da olmuştu... Açlıkla başedebilmek maksadıyla ahali gemilerle Türk anakarasına gönderilmişler, burada hükümet onlara hayatta kalmaları için yiyecek piskot sağlamıştı...
*** Kıbrıs’a ilişkin son günce kaydında Leydi Anni şöyle diyor: “Umalım ki Kıbrıs için daha parlak olanaklar ortaya çıkar ve bizim güzel idaremizde baskı ortadan kalkar, vergi yükü hafifletilir, adalet daha eşit biçimde uygulanır... Umalım ki şimdiye kadar onu idare edenler arasında en iyi idareciler altında daha sağlıklı ve daha mutlu olur...”
(TALES OF CYPRUS’ta Konstantinos Emmanuelle’in yazısını özetle derleyip Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).