Tufan Erhürman
Geçen haftaki yazıyı gazeteye gönderdikten sonra biraz daha düşündüm Platon’un “Mağara Meseli” üzerinde.
Mağarada yaşayanların hallerinden haberdar olan bizler için son derece komiktir orada olan biten. Oysa yaşamı o mağaradan ve duvarın üzerindeki gölgelerden ibaret sananlar açısından öyle midir?
Onlar için orası koskoca bir dünyadır elbette. Ve tüm küçük dünyalarda olduğu gibi, orada da yaşayanlar birbirlerine değer biçmekte, paye, ün, san vermektedirler. Platon, biraz da tiye alarak, mağaranın içindekiler arasında nasıl bir hiyerarşi kurulabileceğini anlatır bize. Duvarın üzerine yansıyan gölgeleri en iyi görenden, ilk veya son yansıyanları ya da hepsini en iyi aklında tutandan, yansıyacak olanların neler olabileceğini en iyi tahmin edenden ve bunların bu özellikleri dolayısıyla elde edebilecekleri kazançtan, ünden söz eder (Platon, Devlet, çev. Sabahattin Eyuboğlu-M. Ali Cimcoz, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2000, s. 185).
Nasıl ki orduda komutanlar, üstler, demokrasilerde bakanlar, milletvekilleri, partilerde, sendikalarda, derneklerde başkanlar ve yönetim kurulu üyeleri varsa, mağarada da en iyi görenler, hafızası en iyi olanlar, en iyi tahminde bulunanlar vardır işte. Ve mağara hayatı devam ettikçe, bu kişiler bu payeleri kullanacaklar, üne, şana sahip olacaklar, belki de bu vesileyle diğerlerinden daha iyi yaşayacaklardır. Bu noktada ‘mağarada ayaklarından ve boyunlarından zincire vurulmuş bir insan ne kadar iyi yaşayabilir ki’ diye düşünebilir okuyucu. Ancak unutmamak gerekir ki vasat insan için “iyi”, aklının, gözlerinin ve ellerinin kapsama alanı içerisinde kalan diğerlerinin sahip olduklarından daha iyi olandır sadece. Onun ötesindeki bir iyiyi tasavvur ya da tahayyül etmek vasat insanın işi değildir.
Bu durumda, zincirlerinden kurtulup da gün ışığını gördükten sonra mağaraya dönerek bu yeni dünyayı diğer mahpuslarla paylaşmak isteyenin karşısına ilk dikilecekler elbette en iyi görenler, hafızası en iyi olanlar ve en iyi tahminde bulunanlar olacaktır. Çünkü eğer ikna olursa diğer mahpuslar ve gün ışığına çıkmayı kabul ederlerse, yepyeni bir dünyaya adım atılacak, bu yeni dünyada duvardaki gölgeleri çok iyi görmek, onları çok iyi hatırlamak ya da bir sonraki gölgenin hangisi olacağını tahmin etmek gibi hasletler beş para etmeyecek, bu anlı şanlı mahpuslar köyden şehre inen Züğürt Ağa’nın durumuna düşme tehlikesiyle karşı karşıya kalacaklardır.
İşte bu yüzdendir ki esas kavga, gün ışığını görenlerle mağaranın önde gelenleri arasındadır her zaman. Mağaranın liderleri yenemeyeceklerini fark ederlerse gün ışığını göreni, bu duruma ilk tepkileri, ona, onu da aralarına almayı teklif etmek olacaktır muhtemelen. Oysa Platon’a göre nafile bir uğraş olacaktır bu. Bu düşüncesini şu soruları sıralayarak ortaya koyar büyük filozof:
“Mağaradan kurtulan adam artık onlara imrenir mi? O ünleri, o kazançları sağlayanları kıskanır mı? O boş hayallere dönmekten, eskiden yaşadığı gibi yaşamaktansa, Homeros’taki Akhilleus gibi ‘fakir bir çiftçinin hizmetinde uşak olmayı’, dünyanın bütün dertlerine katlanmaktan bin kere daha iyi bulmaz mı?” (Platon, s. 185)
Platon, bu sorular karşısında düşünceye gark olmasına izin vermez okuyucunun. Yanıtı patlatır bir sonraki satırda:
“Bence bulur; her mihneti kabul eder de bir daha dönmez o hayata”.