Kayıplar Komitesi’nin geçtiğimiz günlerde Mağusa Ayluga Göleti’nde, Hulu’da ve Mutluyaka’da (Stilloz) yeni kazılara başladığı öğrenildi.
Kayıplar Komitesi Kıbrıslıtürk Üye Ofisi Kazılar Koordinatörü Arkeolog Gülseren Baranhan’dan aldığımız bilgilere göre kazılarda son durum şöyle:
*** Mutluyaka/Stilli/Stilloz: 1974 kaybı bir grup Kıbrıslırum'un Korkuteli-Mutluyaka (Gaydura-Stilloz) arası bir tarlanın kenarında gömülü olabileceği bilgisi üzerine daha önce de kazısı yapılan alana yakın bir noktada tekrardan başlatılan kazı çalışmaları halen devam etmektedir.
*** Aşağı Dikmen/Kato Dikomo: 1974 kaybı iki Kıbrıslırum'un zeytinlik arazide gömülü olabileceği bilgisi üzerine yürütülen kazı çalışmaları tamamlanmış, herhangi bir kalıntıya ulaşılmamıştır.
*** Özhan/Asomatos (Askeri Bölge): Askeri bölgedeki eğitim çalışmaları sırasında açılan çukurda insan kemiklerine rastlanılmasıyla birlikte kemikler KŞK'ya ulaştırılmış ve ivedilikle bölgede kurtarma kazısı olarak başlatılan çalışmalar halen devam etmektedir.
*** Mağusa Ayluga Göleti: 1974 kaybı bir grup Kıbrıslırum’un Ayluga Göleti’nin güneyinde gömülü olabileceği bilgisini üzerine kazı çalışmalarına başlanmıştır.
*** Balıkesir/Palekitire: 1963-67 kaybı bir grup Kıbrıslıtürk'ün dere yatağındaki ağacın altında gömülü olabileceği bilgisi üzerine sürdürülen kazı çalışmaları genişletilerek devam etmektedir.
*** Lapta/Lapithos: 1974 kaybı bir grup Kıbrıslırum’un Lapta’daki eski L.A. Otel yanındaki efkalipto ağaçlarının altında gömülü olabileceği bilgisi üzerine başlatılan kazı çalışmaları halen devam etmektedir.
** Çada/Tsada: 1963-67 kaybı bir grup Kıbrıslıtürk'ün dere yatağında gömülü olabileceği bilgisi üzerine yürütülen kazı çalışmaları, tazmin çalışmaları tamamlanana dek beklemeye alınmıştır.
*** Hulu: 1963 kaybı bir Kıbrıslıtürk'ün dere yatağında gömülü olabileceği bilgisi üzerine kazı çalışmalarına başlanmıştır.
Biz de kazı ekiplerindeki tüm arkeologlarımıza, şirocularımıza ve diğer çalışanlara “Çok kolay gelsin” diyoruz...
Mağusa'da Ayluga Göleti'nde yeni kazılar...
Mutluyaka'da yeni kazılar...
*** BASINDAN GÜNCEL...
“Kelimeler tanıdık, anılar kırık…
Deniz Yılmaz Akman
Ne zaman yeni bir yere seyahat etsem ilk hissim şu oluyor: Kendimi, buraya ne kadar ait hissedebilirim? Bazı ülkelerde bu oldukça güçtü; yüzler yabancı, sesler uzak, bir merhabanın karşılığı koca bir boşluktu. Aidiyet hissi şöyle dursun, tanışık bile olamamıştık günün sonunda ne o kentle, ne insanlarıyla. Bütün bunları sorguladığım, geçmişteki gezilerimi gözden geçirdiğim bir dönemde düştü yolum Atina’ya. Öncesinde belgeseller izledim, kitaplar okudum, insanlar tanıdım beni Atina’ya daha yakın kılacak. Seslerini işitmeye çalıştım, müziğini duydum, hissettim. 1955’teki 6-7 Eylül olayları ve 1964’teki zorunlu göç sonrası şehirlerini ve evlerini terk etmek zorunda kalan İstanbullu Rumların siyah beyaz fotoğraflarına baktım günlerce. Kalbim kırıldı, zihnim yoruldu.
***
Şimdi, kendimi tamamen ait hissedebildiğim bir kentin sokaklarındayım. Hiçbir şey yabancı değil. Ne gürültüsü, ne sessizliği. Ne kokuları, ne tatları. Çocukluğumun yaz aylarını hatırlıyorum aniden. Ayvalık’ta ilk kez işittiğim guguk kuşunun o büyülü sesi Atina sokaklarında buluyor beni. Kornalar, İstanbul’u çalıyor. Trafikte acele, kafe ve lokantalarda yavaşlık var. Aheste yeniyor yemekler, şarkılar acelesizce söyleniyor; siga siga. Bir ouzo kokusunda birleşiyor bütün yarım kalmış hikâyeler burada. Geçmişten ödünç alınmış bir dili konuşuyor bembeyaz taşlarıyla uzayıp giden yokuşlar. El değiştirmiş evler, zorla açılmış kapılar, sofrada öylece bırakılmış yarım şarap kadehleri yok. Kimsesiz değil hiçbir anı. Bazı evler de bitkin; kırılıp dökülüyor ama onlar da kimsesiz değil.
Tramvayla Paleo Faliro’ya doğru ilerlerken, yolun kenarlarına kurulmuş sebze-meyve pazarlarının yanından geçiyoruz. Yaşlı bir dede, torunuyla yanıma oturuyor. Onların yüzüne bakarken, sanki Kabataş’tan Eminönü’ne doğru yol alır gibi hissediyorum. Vardığımda deniz kokusu çarpıyor yüzüme. Belki de bu çok “tanıdık” gelen iyot kokusu yüzünden yerleşmişler 1970’lerde Atina’ya göç eden İstanbullu Rumlar. Burada kurmuşlar kendi İstanbul’larını. Denize ve içlerinde büyüttükleri özlemlere hep yakın yaşamak için.
Stefanos Damatos
İsmi yarı İngilizce, yarı Türkçe olan bir mekana oturuyorum. Sahibi Anuş Hanım, yıllar evvel İstanbul’dan buraya göç ederek kendi mekanını açmış. Mekanın bir köşesinde duran siyah-beyaz stüdyo fotoğrafına dakikalarca bakıyorum. Vitrininde keşküller, sütlaçlar… Masalara “bizim usülde” çaylar gidip geliyor. Hem de alışık olduğum o geleneksel mavi-kırmızı desenli altlıklarla. Duyduğum Türkçe kelimelere tam kulak kabartacakken, yan masalarda oturan bir beyin Büyükadalı olduğunu öğreniyorum tesadüfen. Adadaki çocukluk günlerinden bu yana 70 yıllık dostu olan başka bir bey ile çay içiyorlar o esnada. Stefanos Damatos, beni kırmayıp, masamıza geliyor. Şen şakrak, esprili, Rum aksanlı Türkçesi ile akıcı bir şekilde anlatmaya başlıyor hatırında kalanları. Mesleğinin oyunculuk olduğunu öğrendiğimde, Bir Tutam Baharat filminden hatırlıyorum kendisini.
Stefanos Damatos
“Ben hayatta en çok Büyükada’ya ait hissettim kendimi”
“Ben hayatta en çok Büyükada’ya ait hissettim kendimi” diyerek başlıyor söze, Stefanos Bey. Nasıl hissetmesin ki en güzel yılları adada geçmiş. Orada doğup, 19 yaşına kadar orada yaşamış. Gitse de bir gün uzaklara, arada dönüp geldiği yer yine ada olmuş. Sıcacık bir yaz gününü anlatır gibi anlatıyor Büyükada’daki günlerini. “Ada kültürü bir başkaydı. İstanbul’a gidince “Aman aman, burası bize göre değil adaya dönelim” derdik. Egzoz dumanından şikayet ederdik. İstanbul’da yaşayanların suratları sapsarı gelirdi bizlere ama adadakilerin yüzleri pembe pembeydi. Deniz, balıkçılık hayatımızın merkezindeydi. Levrek, lüfer nerelerden çıkar diye sorup öğrenirdik. Sandallarla açılıp balığa çıkarak adanın etrafını dolaşırdık. Bazen babam teknenin deniz motorunu vermezdi, işte o zaman sandalı dört kürekle çekerek ilerlerdik. 70 senelik şu arkadaşım var ya (yan masadaki arkadaşını işaret ediyor) işte onunla adayı dolaşırdık. Bazen yanımıza Bozcaada şarabı götürürdük. Dursun diye birinin dükkânı vardı; oradan francala ekmek, pastırma, turşu falan alırdık. Adanın arkasına geçip teknede bir güzel yiyip içerdik.”
O günleri büyük bir iştahla anlatırken Stefanos Bey, ekliyor: “Meyveler de çalardık tabii. Erik çalardık bahçelerden mesela. Evde yok muydu sanki? Vardı ama o da ayrı bir keyifti… 1 Mayıs’ta çiçek çalardık, Cumhuriyet Bayramı törenleri için de çiçekler toplardık bahçelerden. Ahşap bahçeli bir evde geçti çocukluğum ve gençliğim. O ev de 1999 depreminde ne yazık ki yıkıldı.”
“Adalı olmak demek…”
“Rumlar ve Türkler adada bir arada büyüdük. Yakın arkadaşlarımdan Fıstık Ahmet vardı mesela, bir de onun arkadaşı Erkan vardı. Hep beraber vakit geçirirdik. Erkan’ın annesi evimizin önünden geçerken: “Marika Marika!” diye bağırırdı anneme, “çarşıya gidiyoruz bir şeye ihtiyacın var mı?” Fırına gönderirdik bazı yemekleri, sonra da gider alırdık. En zevkli kısmı ise hep beraber toplanıp o yemekleri yemekti.
Şimdi, bazı insanlar bana, ben de adalıyım diyor. Ama adalı olmak ne demek? Benim dedelerim 1600’lerden beri Büyükada’daymış. İlk dedem Siros’tan gelmiş oraya. Sonra ailenin yeni üyeleri de orada yaşamış. Hatta adanın su değirmenlerini büyük dedem yaptırmış… Yazları Büyükada’ya gelip kışın Kurtuluş’a dönüyorsan adalı sayılmazsın. Adalı olmak için orada doğup orada büyüyüp, orada okuman gerek. Bir de kabristanda bir büyüğün mü yatıyor, işte o zaman adalısın.”
“Bu olayı asla unutamıyorum!”
Ben sözü 6-7 Eylül 1955 olaylarına getirmeden kendiliğinden açılıyor konu. Öyle bir konu ki zaten İstanbul’u terk etmek zorunda kalmış herkesin belleğinde, kırık bir cam parçası gibi duruyor. Stefanos Bey o günü şöyle anlatıyor: “Saat kulesinin orada toplanmıştık arkadaşlarla. Babamın bir tanıdığı; Fahri Bey yanımıza yanaşıp, “dışarıdan bir sürü insan geldi” dedi. 6-7 kişi bir tarafta, 10 kişi öbür tarafta dolanıyordu. Bizim de dikkatimizi çekmişti. “Hemen eve gidin ve evin dışına Türk bayrağı asın” dedi. Hiçbir anlam veremedik buna. Meğer biliyormuş olacakları…
Birkaç saat sonra ellerinde sopalarla evlerin camlarını kırmaya başladılar. Bize gelen bir yardımcı kadın vardı Refiye diye. Kocası yolları süpürürdü. İki tane de çocuğu vardı. İsmi Ahmet olanla yakın arkadaştık. O kadın, Rum evlerinin dışlarına boyayla işaretler koydu. Annem feryat figan: “Refiye utanmıyor musun?” dedi. “Ben vazifemi yaptım” dedi. Bu olayı asla unutamıyorum.”
Büyükada’dan İngiltere’ye Uzanan Yıllar
Stefanos Bey, adada geçirdiği ve bir tatlı hayal gibi hatırladığı o yılların ardından İngiltere’ye gitmiş okumaya...
... Stefanos Bey, İngiltere’de okuduğu yıllarda sıkça hayaller kurarmış. “Oyuncu olarak çalışırken iyi para kazanıyordum; o paralarla adadan bir ev alayım, büyük bir bahçem olsun, domates-biber dikeyim diye aklımdan geçerdi. Ama pek arkadaşım kalmadı ki adada. Hadi diyelim bir ev aldım adadan, ne zaman yine kovacaklar diye beklerim. Çünkü bir kez kovulduk, aynı şeyleri yaşamak istemem. O güzel insanlar yok, o güzel evlerin bir kısmı da yok.”
... Aynı adalarda olduğu gibi denizle iç içe bir hayat var Paleo Faliro’da. Arka sokaklarda yürürken gördüğünüz evlerin, ada evlerinde olduğu gibi kimi mütevazi, kimi alımlı. Ağaçlar kaldırım kenarlarında kol kanat geriyor yoldan gelip geçenlere. Yokuş başlarından görünen bir tutam maviye kavuşmak için acele ediyor adımlarınız. Bahçeler türlü türlü çiçek kokuyor, çatılarda kuşlar cirit atıyor. Ada havasını işte o an hissediyor insan içinde. Belli ki bu yüzden seçmiş Paleo Faliro’yu Stefanos Bey:
“Paleo Fairo’yu seviyorum; denizi ve adaları görüyor evim. Büyükada’daki günlerimi anımsatıyor manzaralar. Uzakta görünen o adalara gidesim pek gelmez, bir Büyükada değil hiçbiri ama seyretmeyi severim.”...
(AVLAREMOZ – Deniz Yılmaz AKMAN – 5.7.2023)