İNGİLİZ DÖNEMİNİN İLK YILLARINDA KIBRIS
Haşmet M. GÜRKAN
Mağusa’yı 1878 sonbaharında ziyaret eden W. Hepwarth Dixon’un Mağusa ve Mağusalılar hakkındaki izlenimleri hayli ilginçtir. Şunları yazmış bu İngiliz yazar 105 yıl öncesinin Mağusası ve kent sakinleri üzerine:
“Mağusa bir kum ve toz toprak yığınıdır; burası bir ölüler kenti değildir, ne var ki yaşamsız bir şehirdir. Mağusa bir Ortaçağ Pompeisidir. Felaketin felaket üzerine geldiği sonra da insan gözünden saklı kalmış bir yer. Körfezden bakıldığında kentin göz alıcı pitoresk bir görünüşü var. Surları ve mazgalları el değmemiş durumdadır. Bu surların ve mazgalların üzerinden kaleler, sivri uçlar, yıkık kemer ve kubbeler ve de şurda burda, yıkıntılar arasında yükselen hurma ağaçları görünür. Kapıdan (Deniz Kapısı – HMG) giriniz. Önünüze cüssece büyük ama kaba saba eski bir aslan heykeli çıkar. Şehrin simgesidir o: Birbirini izleyen 20 egemenlik ve bir düzine din mezheb görmüştür. Çevrenize bakın, cansız bir yerdesiniz. Petra ve Pompei’den daha çarpıcı yıkıntılardır gördükleriniz. Çünkü binalar ve geçitleri bir mezar sessizliği içinde olduğu halde tümden ölülere terk edilmiş değildir. Hayaleti andıran bazı şekiller henüz dolanır durur ve sessizlikle viranlığı bütünler. Beyazlar örtülmüş bir kadın figürü çekingenlik içinde bir köşeden kaybolur gider. (…) Bir bahçe duvarının yarı açık kapısından sarıklı bir baş uzanır. Bu bahçe, harap bir kilisenin ön avlusudur ve içinde oturan, sanki de bu kutsal şeylerin yıkıntıları arasında unutulmuş bir bekçidir. (…)
Yamaçlarında nar ağaçları dikili bu Venedik surlarıyla her kemerinin altında bir dut ağacı bulunan bu Gothie kulelerin sergilediği türden garip görüntüye pek rastlanmaz yeryüzünde. Terk edilmiş sokaklarında toz toprak içinde zorlukla yürürsünüz. Her tarafta yığın yığın taşlar vardır. Büyük taşlar, küçük taşlar, işlenmiş taşlar, kaba saba taşlar, güneşten kavrularak, üfelenerek yolların tozunu toprağını oluşturan taşlar… Eski öykülere bakılırsa bu surlar içinde 300’den fazla kilise varmış bir zamanlar. (…) Mağusa’daki birinci derecedeki kiliselerden biri günümüze dek korunmuş ve camiye dönüştürülmüş vaziyettedir. Bu Lefkoşa’da olduğu gibi, Santa Sophia Katedralidir. (St. Nicholas: Lala Mustafa Paşa Camii – HMG)
Bahçe duvarındaki dar bir kapıdan geçince kendinizi bir avluda bulursunuz. Sağınızda şadırvan, önünüzde de bu kutsal bina vardır. Perdeyi aralayın ve adımınızı atın içeriye. İmam ibadettedir. Bir parça hasırın üstünde secdeye varmıştır. Yerlerin büyük bir bölümü çıplaktır ve Caminin bu bölümüne geçmenize kızılmaz. Çevrenizde şövalyelerin mezarları vardır ki mezar kapaklarında adları ve armaları henüz okunur haldedir.
Dixon, Türklerin Mağusa’ya Hristiyanları sokmadıklarını da vurgulayarak şöyle sürdürür yazısını: “Surların içinde hiç bir Kıbrıslının (Hristiyanların demek istiyor HMG) yaşamasına müsaade etmemiştir. Kara kapısının dışında Varossia (Maraş – HMG) ve öteki köyler onlara açıktı. Orada mabedini yapmış, kendi ürünlerini ekip biçmişler. Kent, fatihleri tarafından bir kale olarak görülmüş ve tümüyle Sultanın askerleri tarafından işgal edilmişti. Bir Hristiyan alışveriş, mahkemeye başvurmak ve askerlik bedelini ödemek için kente gelebilirdi. Ne var ki orada bir kulübe kurmasına, bir dükkân açmasına ya da harap bir kiliseye sahip çıkmasına müsaade edilmezdi.
W.H. Dixon, sayısını 280 olarak gösterdiği Mağusalıların gayet sade ve basit bir yaşamları olduğunu gözlemleyerek onların bu yaşam ve de karakterleri üzerine şunları yazar:
“(…) Mağusalı şarap içmez, pek et de yediği yoktur. İncir ağaçlarının altına serilmiş bir hasır onun yatağı gibidir. Bunun yanında istediği biraz tümbeki, bir kese kahve ve giyimi için biraz basmadır. Bunları da nar satarak sağlar. 5-6 nar ağacı yeterlidir ona. Mağusa kazası bu ağaçların en çok yetiştiği yerdir. Nar, Yakındoğu’da Kahire’den Şam’a kadar her haremin, her manastırın ve tekkenin en muteber meyvesi, lüksüdür. Kıbrıs’ın her yerinde nar yetişir, lakin hiç biri Mağusa çevresinde yetişenler kadar güzel olmaz. Şu sıralarda Mağusa limanında demirli tüm tekneler, ki Yakındoğu’dan gelen 8-10 kayıktır, hep nar yüklemektedir. (…)
Sade, cesur ve ağırbaşlı olan bu insanlardan mükemmel zaptiye olur ve mükemmel asker olarak eğitilebilirler. Kışla yaşamının niteliklerini haizdirler.
Küçük yaşta atı ve kılıcı buldukları için kendiliğinden askerdirler. Dış görünüşte diğer yerlilerden farksız oldukları halde gurur ve savaş ruhuyle doludurlar. Bu işten anlayanların bana söylediklerine göre hiçbir İngiliz subayı safları için böyle bir materyale hayır diyemez. Bunlardan 30 tanesini hizmete aldılar ve iki İngiliz subayının idaresinde Surrey ve Middlesex’in iki ilçesinden daha büyük bir yörede asayişi sağlamada yeterli bulundular. Bunlar hapisaneyi beklemek, liman resimlerini ve umumi vergileri toplamanın yanı sıra tüm mahkeme celpnamelerini de dağıtırlar. Mağusa Kaza Komiseri Yüzbaşı İnglis ve yardımcısı Yüzbaşı Bolton, bu adamların cesaret ve doğruluklarına azami güven duyduklarını bana söylediler. (…)
***
Mağusa’yı 1879 yılında gören Mrs. Scott Stevenson’un kent hakkında izlenimleri Dixon’dan pek farklı değildir. Bu İngiliz kadın yazarı o günlerin Mağusası için şöyle der:
“(…) Kıbrıs’ın başka harabelerini de görmüştüm ama hiç biri beni Mağusa’nın dehşet verici yıkıntıları kadar etkilemedi. Üst üste yığılmış, birbirini batırmış böylesine muazzam taş duvarları, böylesine ezilmiş parçalanmış granit yığınları… Tümüyle bunlar eski zenginliğin ve görkemin acı veren kanıtlarıydılar ve hep de yıkılmış, dökülmüş haldeydi. Geriye kalanların tümünü içine hapsetmiş surlardan başka nereye baksanız bütün halde bir şey göremezdiniz. Görülen gerçekten en garip, en acı verici bir manzaraydı. Bu duygusuzca tahribatı kim yaptıysa, onun işlediği suç karşısında, kişiyi irkiten öylesine bir görünüm…
Taş yığınları arasındaki kimi boş yerlere bazı Türkler dükkânlar yapmışlar, diğerleri de Venediklilerden kalma duvarların üzerine toprak damlar eklemişler. Tüm bunlara rağmen Mağusa şimdiye kadar gittiğim en harap kenttir. Köpekler bile hareketsizdi burada ve bize havlayacak güçten yoksundular. Yollarda ne deve görünürdü, ne de katır. Şurada burada bir kilimin üzerinde bağdaş kurup oturmuş uyuşukluk içinde nargilesini çeken bir Türkden başka herhangi bir hayat işareti yok çevrede. Hükümet Konağı etrafında göze çarpan kırmızı ceketli zaptiyeler de olmasa kentimizi bir ölüler kenti sanacaktık. Bu günkü haliyle Pompei bile Mağusa’dan daha canlıdır.
(…) Eski tarihçiler bu kentte yılın her bir günü için bir kilise olduğunu söylerler, ne var ki biz sadece 25 tanesinin kalıntılarını sayabildik. Bu 25 kilisenin tümü de Ortaçağ sanatının güzel örneklerini oluşturur. Tabii geniş ölçüde harap vaziyettedirler fakat bazılarında duvar resimleri dün yapılmış gibi canlıdır. Bunların bir tanesinde Hz. İsa’yı çarmıhta gösteren bir insan boyunda bir resim gördük ki her nasılsa hiç dokunulmamış vaziyettedir.
Katedralin yanındaki Lusignan Sarayının (Proveditore Sarayı: HMG) iç kısmı şimdi zaptiyelerin talim ve geçit resmi yeridir. Girişte Salamis’ten getirilmiş 4 sultan vardır. Caminin önünde de yine Salamis’ten getirilmiş mermer bir levha vardır ki kanepe diye kullanılır. Üzerinde Diana’yı geyik ve ayı avlarken gösteren çok güzel bir kabartma bulunur…
(…) İngiliz işgalinden önce devlet hapishanesi Mağusadaydı ve gerek buraya gerekse Lefkoşa’daki hapishaneye Osmanlı İmparatorluğunun en azılı mahkumları gönderilirdi. Şimdi bunların çoğu Kıbrıs’tan kaldırılmıştır ne var ki bu azılılardan çok ünlü biri, bir istisna olarak, burada kalmıştır. Sözünü ettiğim kişi ünlü İzmirli haydut, Yakındoğu’nun Robin Hood’u Katırcı Yanni’dir. Kırım Savaşı esnasında İngilizler onu yakalamak için çok uğraşmışlardı. (…)
Mrs. Scott – Strevenson Mağusa’yı anlatırken Kara Kapısı önündeki Türk mezarlığının köşesinde büyük ve kubbeli bir türbe bulunduğunu ve burada Türk fethi esnasında kente ilk giren askerin yattığını da söyler…
***
İngiliz işgalinin dokuzuncu yılında, 1887 Nisanında Mağusa’ya uğrayan Miss Agnes Smith adlı bir başka kadın yazarın izlenimleri de kayda değer. Yanında bir kadın arkadaşı ile Larnaka’ya çıkan Bn. Smith, at sırtında Mağusa’ya yolculuklarını şöyle anlatır.
“(…) Yolumuz çok monotondu. Gökyüzünde tek bir bulut yoktu, ama denizden gelen tatlı bir rüzgar sıcağı dayanılır hale sokuyordu. Ovada değil insan, bir koyun bile yoktu. Yalnız bir köye rastladık yol üstünde. Bir iki tane de camiye benzer kiliseyle ambarı andıran bir manastır çıktı önümüze. Şurada burada zayıf ekinler vardı. Bazen de iyi yetişmiş buğdaylara rastlıyorduk. Bununla beraber ovanın büyük bölümü çeşitli yabani çiçeklerle kaplıydı. Canlı bir varlık görünmüyordu. Katırlarımızı güden Yorgi’den, neden bu kadar çok arazinin el değmemiş vaziyette olduğunu sorduğumuzda : “Biz Kıbrıslılar azlığız. Bu toprakları ekmenin masrafı gelirinden çoktur” cevabını vermişti.
Mağusa’ya yaklaştıkça arazinin terkedilmişlik hali daha da çoğaldı. Bu ünlü kentin ilk görüntüsü ürküttü bizi. Kent ölü geçmişin bir hayaleti gibi çıkıvermişti karşımıza. Bize sanki, adayı vaktiyle idare etmiş olan şövalyelerin ne denli güçlü olduklarını ve bununla beraber muhteşem surlarını yıkıp aşan Müslümanların onlardan daha da güçlü bulunduklarını söylemek istiyordu.
Bu surları görmek her şeyi anlamaya yeterdi. Ne okuduklarımız ne de duyduklarımız Ortaçağların bu ilginç kalıntılarını anlatmaya yetmemişti.
(…) Kentin sonradan oluşmuş Hristiyan banliyösi olan Varoschia (Maraş- HMG) güneye doğru bir mil ötede, kıyıda kurulmuştur. Mağusa’ya girmeden önce bir bahçede mola verdik.
(…) Cansız, terk edilmiş bir düzlüğün ucunda beliren Mağusa bizi ürkütmüştü. Geniş ve eski bir hendeğin üzerindeki bir köprüden geçip, sağlam kayaların üzerine kurulmuş 17 ayak kalınlığındaki surları görünce hayretimiz azalmadı, arttı. Uzunca bir kemer altından geçip kente girdik. Sokakların her iki tarafında yıkık durumda taş evler vardı. Bunların bazıları onarılmıştı ve üst katlarındaki Kahire tipi tahta kafesler kadınların görünmelerini önlüyordu. Güzel lakin harap haldeki Gothic mabedin ya da Ayasofya Camiinin önünde şaşkın ve hayran bakakaldık. Burası bir zamanlar bir kiliseydi ve muhtemelen Venedikliler tarafından yapılmıştı. (Bina Lusignan yapısıdır – HMG) Eski Gothic pencereleri Arap tarzında kitabelerle doldurulmuştu ki hoş ve ilginç bir etkisi vardı. Çevrede birçok kırlangıç uçuşuyordu.
Bize surları gezdirecek birisini boşuna arayıp durduk. Sonunda Rumca bilen bir Kıbrıslı Türk asker (Zaptiye olacak – HMG) bize refakat edebileceğini söyledi. Surların aşırı derecede sağlamlık ve kuvvetli karşısında hayretler içinde kaldık.
(…) Değirmi bir kuleye “Torre del Moro” derler ki burada vaktiyle Cristoforo Moro adlı bir Venedikli kumandan otururdu. Bu Moro’nun Shakespeare’in “Othello” piyesindeki Otello olduğu kabul edilir. (…)”