Mertkan Hamit & PembeBehçetoğulları
mhamit@gmail.com / pembehcet@gmail.com
Evrensel İnsan Hakları beyannamesi 1948 yılında ortaya çıkana kadar, insan hakları üzerine kapsamlı bir tartışma yapıldığı söylenemez. Hatta ortaya çıkan beyannamenin aradan geçen 66 senede bu kadar yaygın olarak kullanılabileceği de tahmin edilmemiştir.
İnsan haklarına özellikle koloni halklar sırtını yaslamıştı. Söylemlerinde sıklıkla insan haklarına atıfta bulunurken, insan hakları için politika yapmak anti-kolonyalist hareketin en önemli araçlarından biri oldu. Adalet ve haysiyet üzerinden hak talebi, sadece akla değil aynı zamanda kalbe de dokunan bir politik alan yaratmıştı.
İnsan hakları sadece kolonyalizmi deneyimleyen halkların mücadelelerinin tarihi ile sınırlı değildir. İnsan Hakları, tahakküm altında yaşayanların kendilerini savunabilecekleri en etkin araçlardan biri olurken, Martin Luther King’in 28 Ağustos 1963 yılında Washington’da Lincoln Meydanı’nda yaptığı ‘Bir Hayalim Var’ konuşması, bahsi geçen insan hakları mücadelesinin yaygınlaşmasının en somut örneklerindendir.
Hindistan’da kolonyal efendilere, Washington’da ırksal ayrımcılığa karşı kullanılan insan hakları için politika yapma anlayışı, zamanla insan hakları üzerinden politika yapmaya dönüştü. Bu dönüşüm, bir anda insan hakları üzerinden yeni bir kolonileştirme sürecinin başlamasına neden oldu. Yakın tarihteki ‘insani müdahale’ olarak adlandırılan askeri müdahalelerle, insan haklarının başka ülkelere ihraç edilebilen birşey olarak metalaştırılması, insan haklarının öznesi olan insana yaklaşımı da değiştirdi. Temelde tahakküme karşı bir direniş aracı olan insan hakları, bir anda yarattığı yıkıcı sonuçlara karşı direnilmesi gereken bir ‘mesele’ haline geldi.
Bu noktada, insan haklarının tahakkümü değil direnişi temsil etmesi, insan haklarına nasıl yaklaşıldığı ile ilgilidir. İnsan hakları üzerinden politika yapmak yerine, insan hakları için politika yapmak ise bu dönüşümü yaratmaktaki önemli faktörlerdendir.
Peki, insan hakları için siyaset nerededir?
Tabii ki, insan hakları için siyasetin yolu pahalı otellerde verilen üst düzey toplantılardan geçmez. İnsan hakları için siyaset, tabandaki insanların ihtiyaçları ve taleplerinin dilindedir. Bir sokak çocuğunun, bir kadının, işsiz bir gencin, bir LGBT bireyin, yersiz bir mültecinin dilinde, haysiyet ve adaletin birleştiği yerdedir. Kimi zaman bir meydanda, kimi zaman evde, okuldadır. İnsan Hakları için siyaset bunları dile getirmek, bu dili konuşabilmek ve anlayabilmekle ilgilidir. İnsan hakları için politika, zorbalık yapanların yanında durmayı reddetmektir. Bu yüzden de tek seferlik değil, sürekli bir mücadeleyi gerektirir.
Tüm bu düşüncelerin ışığında, MAGEM çatısı altında, Ekonomi, Turizm ve Kültür Bakanlığı’nın Kültür Dairesi tarafından desteklenen bir festival düzenliyoruz; bir film festivali. İnsan Hakları’yla ilişkili tüm konuları kapsayamasak da, bu konuya değen bazı filmlerden oluşan bir program hazırladık. 19-21 Aralık arasında gerçekleşecek olan MAGEM-İHAFF, bir ilk olması sebebiyle günde 2 filme evsahipliği yapacak; Kuzey Kıbrıs’ta, günde 3 gösterime aç bir seyirci var mı sorusuyla biraz cebelleştikten sonra film sayısını 2’de tutmaya karar verdik. Tüm gösterimlerde, filmlerin yönetmenleri üç gün boyunca bizimle birlikte olacak ve filmleri birlikte izleyip, filmlerin izinden ‘insan hakları’ hakkında; ve hatta filmin/sinemanın bu ‘’mücadele” için/de nasıl kullanılabileceğini, yollarını, yordamlarını konuşacağız.
Festivalin ilk, 19 Aralık Cuma günkü programı kısalarla açılacak. Kısalardan bölümünde gösterilecek olan filmler; Sholeh Zahraei ve Kamil Saldun’un ‘Letters to Cyprus’, Ahmad AlBakri’nin ‘Borderless’i, Diomides Domedes’in ‘Shushu’ adlı filmi, Elvan Levent’in ‘Tanık’ filmi ile Rahme Veziroğlu ile Simon Bahçeli’nin, vicdani retçi Haluk Selam Tufanlı ile ilgili yaptıkları kısa belgesel gösterilecek. Tanık hariç, kısaların tümü belgeseller...
Shushu, Kıbrıslı Türk bir 'drag queen' olan Özkan’ın –ya da Shushu’nun- hikayesi üzerinden cinsellik, etnisite ve kimlik konularına değiniyor. Kıbrıs’a Mektuplar, biri Kıbrıs’lı, diğeri İngiliz iki mektup arkadaşının 1974 yılına ait orjinal yazışmalarından esinlenerek, Kıbrıs’lı bir kadının, 2016 yılında ‘barış’ geldikten sonra, 1974’teki savaştan dolayı terk etmek zorunda kaldığı evine geri dönüşünü, savaşın getirdiği acı-tatlı anılar ile yüzleşmesini anlatan bir kurmaca… Sınırsız, gerçek üstü bir yaklaşımla, Kuzey Kıbrıs örneğinde, Filistinlilerin etraflarını çevreleyen sıradan şeylerin, onları nasıl kendi gerçekleriyle yüzleşmelerine sebep olduğunu, Kuzey Kıbrıs örneğiyle pararlellikler içinde anlatır. Tanık’ta ise, 1963-1974 yıllarından bu yana, isimleri ‘kayıp’lara yazılanların hazin öyküsünden bir kesit, bir tanığın bakış açısından anlatılır. Ve Hak İnsanda isimli belgesel kısa film, Haluk Selam Tufanlı’nın vicdani reddini, hayatlarımızı makineleştiren kapitalizm ve ataerki eleştirisi üzerinden anlatan bir çağrı-film.
Reyan Tuvi’nin ‘Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’ filmi, gösterilecek üç ‘uzun metraj’ belgeselden biri. 2013'ün baharında İstanbul’un merkezinde kalan son yeşil alan Gezi Parkı'nda başlayan direnişi anlatıyor. Unutmamıza imkan yok; direniş, parkın olduğu yere bir kışla ve alışveriş merkezi yapılması için ağaçların dozerlerle sökülmesiyle başlamış ve ardından da Türkiye tarihinin gördüğü en geniş kapsamlı protestolardan birine dönüşmüş ve genç, yaşlı milyonlarca insanın sokağa dökülmesine sebep olmuştu. Yönetmen Reyan Tuvi bu filminde, kaydettiği görüntüleri, yaptığı röportajları ve çeşitli video ve fotoğrafları bir araya getirerek yaşananları izleyiciyle buluşturuyor. Adını Adnan Yücel’e ait şiirden alan filmin Antalya Film Festivali’nde ‘sansürlendiğini’ ve bunun üzerine uzun tartışmalar yaşandığını hatırlarsınız. ReyanTuvi, onu, öylesine kayıt yaparken belgesele doğru götüren süreci şöyle anlatıyor:
“Gezi direnişi başladığında amacım belgesel yapmak değildi. Yani kameramı alıp oraya gittiğimde, birinin işine yarar ve belki bir gerçeği ortaya çıkarmaya yardımcı olur diye gittim. Tamamıyla belgeselci içgüdüsüyle gittim ama kafamda bir hikâye oluşturma, kurgulama ve bunu belgesele dönüştürme gibi bir niyet yoktu. (…) Beni çarpan, belki bazılarına çok romantic gelebilir, egemenlerin bize iddia ettiğinin tam tersine, ‘biz aslında birlikte yaşayabiliriz’ fikrinin direnişte hayata geçmesiydi. Gezi direnişi esnasında insanlar kendi hayatlarında bir devrim yaptılar. Genel olarak ortak noktaları örgütlü olmamalarıydı. Zaten solun, sosyalistlerin, devrimcilerin, örgütlülerin orada olması beklenen birşeydi. Ama benim ilgimi çeken daha örgütsüz ve belki hayatlarında ilk kez eyleme katılan insanlardı. Ve biraz onların üzerine yoğunlaştım. Samimiyetle direniş deneyimlerini anlattılar. Tarihin o döneminde o grup insanların o şekilde davranmış olması ve bazı şeylerin hiç eskisi gibi olmayacağına inanmamız, benim için bu belgeseli yapmamda açıkçası yeterliydi.” (http://marksist.org/reyan-tuvi-gezide-kutuplasmadan-yasayabilecegimizi-ogrendik.html)
Belgeselde hikayesi anlatılanlar ise, bir Kürt delikanlı (Gezi’yle beraber birçok Kürt gibi o da Türklerin Kürtleri anladığını düşünmüş); Çarşı grubundan bir genç; Anti capitalist Müslümanlardan aşık bir çift –Sedat ve Fatma (Sedat, yeryüzü sofralarının fikir babası); sokaklarda yaşayan Sivaslı Çiko; “eskiden ırkçıydım” diyen ve Gezi’yle beraber tüm düşünce yapısının alt üst olduğunu anlatan genç anne Zümrüt; ve diğerleri… (Mutlu Tönbekici, Yeryüzü, aşkın yüzü olana dek, http://www.gazeteoku.com/frame.php?url=http://haber.gazetevatan.com/yeryuzu--askin--yuzu-olana-dek/628081/4/yazarlar#.VId_XdKUcqM)
Bingöl Elmas’ın Evcilik adlı belgeseli, uzun metrajlı belgesellerden ikincisi. Daha önce, Pippa’ya Mektubum adlı filmini Mağusa’da izleme olanağı bulduğumuz Bingöl Elmas’ın bu belgeseli, erken evlilik sorununa, farklı bir yerden bakıyor ve erken yaşta evlendirilmiş dört karakterin hikayesini anlatıyor. Uluslararası sözleşmelere göre erken evlilik çocuk istismarı; ve filmin söylediği gibi, (araştırmalardan yola çıkarak) Türkiye’deki evliliklerin yarısı erken evlilik ise, film bize, insan hakları ihlallerinin boyutlarını gösteriyor. Filmdeki kahramanlarımızdan biri şöyle diyor: “Evlilik mi? İnsanlar bana eziyet etmek için sıraya mı girmişti yoksa başka bir şey miydi, ben hâlâ adını koyamadım.”
Erol Mintaş’ın filmi, Annemin Şarkısı, önce, Türkiye’nin Doğu’sunda boşaltılan köylerinden İstanbul’a göçen, sonra da İstanbul’da, Tarlabaşı’ndaki evlerini ‘kentsel dönüşüm’ sebebiyle bir kez daha terk etmek zorunda kalan bir aileden geriye kalan anne ve oğul arasındaki, ama aynı zamanda anne ile ve oğul ile ‘dünya’ arasındaki ‘zor’ ilişkiyi anlatır. Katıldığı birçok ulusal ve uluslararası festivalden ödüllerle dönen Annemin Şarkısı, bana sorarsanız, yönetmeni Erol Mintaş’ın bir televizyon programında söylediği sözlerle ‘seyirciyle göz göze gelebilen’, bunu cesaretle yapan bir film.
Babamın Sesi de, Annemin Şarkısı gibi, seyircinin ta gözünün içine bakabilen, ve festivalde gösterilecek ‘uzun metrajlı’ iki kurmacadan ikincisi. Yine Annemin Şarkısı gibi, katıldığı birçok ulusal ve uluslararası festivalden ödüller almış, Zeynel Doğan ve Orhan Eskiköy’ün yönetmenliğini yaptığı bir film. Filmin başrollerinde yine yönetmenlerden Zeynel Doğan’la beraber annesi Basê Doğan ve eşi Gülizar Doğan yer alıyor. Annemin Şarkısı gibi Babamın Sesi de, ‘göç etme’ye, ‘çift dilli’ ve ‘azınlık’ olmaya dair bir film. Tabii iki filmin hikayelerinin bir başka ortak noktası da filmlerin adında söyleniyor; ‘her yönden kapatılmış’ azınlık gerçekliklerin son sığınağının ‘sesler’ olması… Her iki filmin karakterlerinin de ‘kayıp’larından geri kalan ve onları yaşatan yegane şey belki de ‘o ses’…
Festivalin ‘açılış konuşması’nı da yapacak olan Ümit Kıvanç’ın 16 Ton adlı filmi, festivalin üç uzun metrajlı belgeselinden sonuncusu. Amerikalı madencilerin hikayesini anlatan Merle Travis'in ünlü "Sixteen Tons" (16 ton) adlı şarkısının adını taşıyan madenci belgeselinde, ‘insanlık tarihinin sömürü tarihiyle olan bağlantısını gösteriyor. Soma maden patlamasında 238 kişi hayatını kaybetti; insanların çaresizliğininin ve acının görüntülerü belleğimizde hala taze… Nitekim Ümit Kıvanç bir söyleşisinde, hiç lafı dolandırmadan “Maden işvereni bana sorarsanız katildir” diyor (http://www.nilufer.bel.tr/haber-1634-umit_kivanc_maden_isvereni_bana_sorarsaniz_katildir.)
Filmin tam adı şöyle: 16 Ton: ‘Vicdan ve serbest piyasaya dair bir film.’ Ümit Kıvanç’ın, filme neden bu başlığı ve alt başlığı koyduğuna dair kendi sözlerini buraya aktararak bu yazıyı bitirelim:
“‘16 Ton’ filmine koyduğum alt başlık (‘vicdan ve serbest piyasaya dair bir film’) meramımı özetliyor gerçi; ama bu filmin, vicdan diye bir meselesi olanların ve yeryüzünde adalet için mücadele edenlerin hem eline çok yaraşacak hem de elini güçlendirecek bir ürün olduğuna inanıyorum. Çünkü bugün dünyada hüküm süren hayatın, kabul edilebilir bir hayat olduğunu, hele insanlığın nihayet vardığı muhteşem aşama olduğunu utanıp sıkılmadan iddia edenlerin lafını ağzına tıkamak vicdan sahibi herkesin boynunun borcudur. Benimki de bir çeşit borç ödemek.
Filmin adı niye ‘16 Ton’? Çünkü bu bir zamanların büyük hit parçalarından biri. Üstelik, madencilerin kaderine dair gayet sert sözleri olmasına rağmen. Dünyada bu şarkıyı söylemedik pek kimse kalmamış neredeyse. Filmde birçok versiyonu da yer alıyor. Beni en çok çarpan, nakaratındaki şu sözler oldu (mealen): ‘Bana hiç gelme Azrail, ruhumu sana veremem, çünkü şirkette rehin.’” (http://yesilgazete.org/blog/2011/05/22/16-ton-umit-kivanc/)
Festivalle ilgili daha detaylı bilgi için: TIKLAYINIZ