KIBRIS’TAN HATIRALAR...
Edward Pacey
(Değerli arkadaşımız Mihalis Çapparillas’ın ALITHIA gazetesinde geçtiğimiz günlerde Rumca olarak yer alan yazısını, kendisinin izni ve yardımlarıyla İngilizce’den Türkçe’ye çevirdik, bunu dün bu sayfalarda yayımladık... Bize ayrıca, makalesinde sözünü ettiği Maraş’ın (Mağusa’nın) Laksi bölgesinden Kıbrıslı İngiliz Eddie’nin kendisine göndermiş olduğu bir mektubu da İngilizce olarak gönderdi. Biz de okurlarımız için tüm bunları Türkçeleştirdik... Mihalis arkadaşımıza bu önemli paylaşımları için çok teşekkür ediyoruz... Eddie’nin (Edward Pacey’nin) mektubunu da bugün yayımlıyoruz... S.U.)
Eddie’nin yani Edward Pacey’nin Mihalis Çapparillas’a gönderdiği mektup şöyle:
“Mağusa – bir zamanlar orada yaşamış olan bir göçmen ailesinin özet görüşü...
Ben Londra’da iken, adada yaşayan annem babam ve daha geniş ailemizin üzerinde yıkıcı etkileri olacak olan Kıbrıs’ta meydana gelen olayları televizyondan seyrederken neler hissettiğimi sözcüklere dökmek gerçekten çok zordur...
İş bulmak ve kendime bir gelecek kurmak üzere 1969 yılında Birleşik Krallığa gitmek üzere adadan ayrılmıştım, benden büyük kardeşim aynı şeyi beş sene önce yapmıştı... Başlangıçta onunla büyük bir odada kalmıştım, banyo odasını ve mutfağı paylaşıyorduk, bir sene böyle yaşadık, sonra ben başka bir yer buldum ve 1970 yılında küçük, tek odalı bir yere taşındım, Kıbrıs’ta alışık olduklarımdan çok farklıydı bu..
Başlangıçta belki de bir hata yapmış olduğumu düşünüyordum... Abim Michael ise Avustralya’da daha iyi bir gelecek kuracağına inanarak 1970 yılının Eylül ayında oraya doğru yolculuğa çıkmıştı, 1950’li yıllarda oraya göç edip yerleşen akrabalarımızla tanışmaya gitmişti... Annem de Birleşik Krallığa gelmişti, Michael’ı Avustralya’ya yolcu etmek üzere gelmişti ve o tek odalı yerde karşı karşıya bulunduğum “koşullar” onu şoke etmişti... Bir banyo odasıyla mutfağı, küçük bir bebekleri olan bir çiftle paylaşıyordum ama bunları düzgün tutmak da pek mümkün değildi – böylece yemeklerimi hep dışarıda yiyordum ve ancak haftada iki defa futbol ya da badminton oynadığım zaman banyo alabiliyor ya da duş yapabiliyordum. Michael Avustralya’ya gidince, onun Kensington’daki tek kişilik odasını devraldım ve anneciğim de beni dışarı çıkararak yiyecek satın almıştı benim için...
Annem 1971 yılında Kıbrıs’ta tatil yapabilmem için biletimi satın alacaktı, bu tatilden çok mutlu olacaktım... Birlikte büyüdüğüm çoğu insan hala oradaydı, siyasi olarak durum sakin olmasa da, Mağusa (Maraş) hala çok canlıydı görünürde...
İkinci kez geri dönüşüm, kendi olanaklarıma ve bir sene sonra, 1972 yılında olacaktı. Bu kez durumdan kaygı duymaya başlamıştım. “Enosis”, “Grivas” ve “Taksim” gibi eski sloganlar bir kez daha duvarlara yazılmıştı ve bayrak sallamak da görünür biçimde artmıştı... Gerçekten de birkaç kez annem ve babamla çay içerken onlardan herşeylerini satıp savıp belki başka bir Yunan Adası’na gitmeyi düşünmelerini istemiştim çünkü babam buraların kültürünü ve iklimini çok seviyordu... Annem beni dikkatli biçimde dinlerken, 1964 veya 1967 yılında işgal olmadığı için şimdi de böyle bir şey olmayacağı konusunda kendinden emin hissediyordu...
Babam ise tipik bir Sömürgeci gibi düşünmekteydi... “Eddie, kaygı duymak için çok yaşlandım artık ve nasıl olmasa bize iyi bakacaklardır” diyordu... Onun bu rahat tutumuna katılmıyordum çünkü 1963 ile 1968 yılları arasındaki durumu çok iyi hatırlıyordum... O günlerde eşyalarımız tahta kasalara konmuştu ve 24 saatlik bir ihbarla birlikte derhal tahliye edilebileceğimizi bilerek yaşamaktaydık...
Ancak yine de 1967 ile 1971 yılları arasında, adanın diğer bölgelerine kıyasla Mağusa (Maraş) çok daha sakindi... Türkçe konuşan Kıbrıslılar, Surlariçi'nin’dışına daha çok çıkmaya başlamışlardı, yakın çevrede mülk satın almaktaydılar... Elbette gene nöbet yerleri, kum torbaları ve bayraklar vardı fakat bunlar 63-67 arasındaki gibi tehditkar değillerdi, daha geri plandaydılar... 63-67 arasında evimizin verandasından çoğu zaman geceleri ateş açıldığını görebiliyorduk, zaman zaman da vahşice ateş ediliyor ve kiremitlerimizin üstünden şarapnel parçaları sekiyor veya Türk Fatom jetleri kent üzerinde çığlık çığlığa bir tehdit gibi dolaşıyordu...
1973 yılında, 1974’e kadar düzenli biçimde haberleri izlemekteydim ancak o günlerde annem ve babamla ancak telefon ve mektup aracılığıyla haberleşebiliyorduk. Temmuz 1974’te ilk tahliye günlerinde annem bana yazmıştı ve geri dönmekten bahsetmişti – gerçekten geri dönmüşlerdi de ancak bir ay geçmeden, Ağustos ayında bir kez daha kaçmak zorunda kalacaklardı Maraş’tan...
Yanlarında yalnızca iki valizle birlikte Birleşik Krallığa uçurulmuşlardı ve geldikleri zaman babama sormuşlardı, “Gidebilecek bir yeriniz var mıdır?” diye... Babam ise yardım istemeyi gururuna yediremeyerek şöyle demişti: “Evet, oğlum Londra’dadır”
Oysa tek bir odada kalıyordum ben ve bitişiğinde küçük bir mutfak ve başkalarıyla paylaştığım bir banyo odası vardı, o günlerde Perivale, Middlesex’teydim... Bunu izleyen aylarda annemle babamı bir yerlere yerleştirmeye çalıştık ve kesinlikle hiçbir yardım almadık... Bu durum babamı gerçekten üzmüştü, soğuk iklim de bununla birleşince, 1975 yılında Avustralya’ya göç etmeye karar vermişlerdi...
Mağusa’ya (Maraş’a) ilişkin hatıralarım 1969 ve 1971 yıllarındandır, ondan sonra kente ilişkin imajlara bakmak istemiyorum çünkü bunları zevk veren bir deneyim olarak görmüyorum... Evimi, sahili, o yaşam biçimini düşlüyordum ve zaman zaman hala bunu yapıyorum...
İnternette resimler arıyordum, Kıbrıs haberlerini sürekli izliyordum, belki bir çözüm bulunur diye ancak nihayetinde korkunç biçimde düşkırıklığına uğruyordum... Çözüm bulunmamakla kalmadı ancak kentin ve başka bölgelerin geri iadesi de yapay gerekçelerle ya da siyasi körlükle reddedildi... Kıbrıs’taki siyasi sisteme hiçbir zaman güvenmedim zaten, dış müdahalelerle çok kolaylıkla yerinden oynatılabilecek bir sistemdi bu, yozlaşmaya ve mali çıkar elde etmeye tolerans gösteren bir sistemdi... Günümüzde de siyasi parti sistemi hala bir karmaşadır, sanki de bir Soğuk Savaş içerisindeymişiz gibi saplantıya kapılmış, siyasi çıkarları halkın çıkarlarının üstünde tutan bir sistemdir bu...
Sayın Akıncı seçilince, umutlarım yine yükselmişti, işte gerçek bir Kıbrıslı vardı, Kıbrıslılar’ı seviyordu ve bu kez mutlaka bir çözüme ulaşacaktık. Ne yazık ki Crans Montana, Kıbrıs’taki politikanın bazı çıkar çevreleri tarafından nasıl manipüle edildiğini bize bir kez daha gösterdi...
Belki de bunun çözümü onun Güney’de yeni bir parti kurmasıdır, bir çözüm için her iki tarafta kampanya yürütmesi halinde nasıl bir çekim yaratacağını düşününüz... Ona oy verecek pek çok Rumca konuşan Kıbrıslı biliyorum...
İşgalin ve de fakto taksimin zenginleştirdiklerinin, gerçekten de göçmenlerin çektikleriyle alakaları yoktur, adanın üçte birinin Türkiye’nin etkili biçimde bir iline dönüşmüş olduğuna da ilgi duymazlar, Türkçe konuşan Kıbrıslılar’dan geride kalanların boğulmasına da ilgi duymazlar...
Dikkat etmişseniz, “Kıbrıslılar”ı, Kıbrıslırum ya da Kıbrıslıtürk olarak tanımlamıyorum... Bana göre tümü de Kıbrıslıldırlar, hengi ana dili konuşurlarsa konuşsunlar, hangi dinden olurlarsa olsunlar. Ben de kendimi İngilizce konuşan bir Kıbrıslı olarak tanımlıyorum. Karma evliliklerin ürünü pek çok diğerleri de eminim aynı şeyi hissediyorlardır.
2003 yılında Mağusa’ya (Maraş’a) ziyaretime ilişkin tepkilerimi daha önce kaleme aldığım bir makalede dile getirmiştim...
Mesafe yanılsaması ilk farkettiğim şeydi, başlangıçta bu aklımı karıştırmıştı – ta ki bunun aslında bölgenin tümüyle değişmiş olmasından kaynaklandığını anlayıncaya kadar... Kapalı, terkedilmiş binaların yanında yeni binalar yükseliyordu, portokal bahçeleri yok olmuştu ve düzgün bir planlama olmaksızın kontrolsüz bir büyüme, yeni modern tarzda çok büyük apartmanlar ve hatırladığımdan çok daha fazla sayıda cami vardı... Bu sonuncusu çarpıcıydı çünkü Kıbrıslılar’ın çoğu laikti ve dine aşırı derecede odaklanmıyorlardı – gerçekten de Ortodoks Kiliseleri’nde dahi özel Aziz günleri kutlamalarının çok daha popüler olduğunu ve kent dışındaki kiliselerin daha fazla insan çektiğini de hatırlıyorum...
2003 yılında açık olan bölgeleri tanımam, benim için sürprizdi – yine Glapsidis’e doğru gayet rahat biçimde araba kullanmam, doğrudan lokanta ve sahil ile balık tuttuğumuz göle çıkan doğru toprak yolu bulmam da benim için sürprizdi...
Surlariçinin dışındaki dönel kavşaktan başlayarak Karaolos’a ve Glapsidis’e uzanan yolda o kadar çok bina yapılmıştı ki kendimi çok tuhaf ve neredeyse bir yabancı hissetmiştim.
Ancak tüm bunlara karşın Kosta Amcamın Nea Smyrna (Yeni İzmir) denen bölgede Rigas Fereos Sokağı’nda 7 numaralı evini bulmak üzere doğru noktada köşeyi dönmüştüm... Arabayı yalnızca bir dakikalığına durdurmuştum evin önünde, birisi ön bahçede çalışıyordu ve bana tuhaf tuhaf bakmıştı...
Konstantiya Oteli’ne ve Faliron sahiline doğru seyahatim de çok kolaydı, tüm değişikliklere karşın... Ne kadar çok zaman geçirirsem, hatıralar o kadar çok geri geliyordu... Bir zamanlar eski polis karakolu olan yerden, Mahkemeler’den, Belediye binalarından geçtim fakat yollar Savoy Oteli’nin hemen orada kapatılmış olduğu için geri dönmek zorunda kalmıştım – işte orada, yerel otobüs trafik ışıklarından sola dönüyor olurdu...
Faliron sahilindeki görüntü, hem hüzün, hem de sevinç gözyaşlarına boğacaktı beni... Görünümü yüzünden hüzünlenmiştim ancak bir kez daha o güzel kumlar üzerinde yalınayak yürüyebildiğim ve tüm hatıralarım geri geldiği için neşeliydim...
“Camel Rock” tabir edilen Deve Kayası hala oradaydı ancak sahili bölen dikenli teller vardı – insanın yapabileceği tek şey, bu Kent’in üzücü haline bakmaktı, hayattan yoksun, yıkıntılar içinde, soyulup soğana çevrilmiş binaların neredeyse kendi kendilerine ağlamalarının sesini duyabiliyordunuz... Ancak yine de bu yakınlıktan onu görebilmekten mutluydum – 1992 yılında, 20 sene aradan sonra ilk kez adayı ziyaretimde Derinya’dan bakabilmiştim çünkü buraya en son... İşte o gün, bu bölünmüşlüğü aşamayacağım sürece, buraya dönmemeye yemin etmiştim...
Kentin ruhunun bizlere dönmemiz için yalvardığını hissettim, ciğerlerini nefesle doldurup onu hayata döndürmemiz için ve eski canlılığını ve güzelliğini restore etmemiz için yalvarıyordu... Kent bu haliyle bile benim için güzeldi ve hala güzeldir, yıkımına rağmen... Eğer binalar ağlayabilseydi, onlar Maraş’ta ağlıyordu...
Ben hala bu kentin canlılığının hayat sürem içerisinde geri gelmesini umuyor ve bunu düşlüyorum, bu nasıl olursa olsun onu kucaklayacağım, seveceğim ve bunu bir kez daha yaşayacağım...
Bu sene bir kez daha kenti ziyaret etmeyi ve açılmış olan yeni bölgelerde yürümeyi hedefliyorum, böylece o güzel hatıralarım bir kez daha geri gelecek ve bir kez daha bunların yeniden yaratılmasını düşleyeceğim... Kimlerin beni ağlarken veya neşeyle gülerken göreceği umurumda da değildir ve eminim bu konuda yalnız da değilim...
İçimden bir şey bana 1974’te hepsimizin de burada kalmamız gerektiğini söylüyor... Kent’i daha iyi korumalıydık ancak korku, belirsizlik ve zayıf liderlik baskın çıktı... Böylesi bir trajedi ancak bunu yaşayan ve hatırlayan biz Mağusalılar (Maraşlılar), hiçbir zaman geri dönüş umudumuzu yitirmemeliyiz... Kente ve kim olurlarsa olsunlar, gelecek yıllarda bu kentin tadını çıkaracak olanlara bunu borçluyuz...
Edward Pacey...”
(Mihalis Çapparillas’ın bize göndermiş olduğu Edward Pacey’nin İngilizce mektubunu Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).