Mahalli değil… Evrensel olmak… olabilmek…

Mahalli değil… Evrensel olmak… olabilmek…

 

Neriman Cahit


Son süreçte, bir söz, bir hareket, bir tanım vb. üzerinde çok fazla duruyorum nedense… Aşırı yorgunluktan olacak sanıyorum. Özellikle de ülkemizde bir türlü ayrışmayan, gerçek anlamda kullanılmayan bazı sözcükler kafamı karıştırıyor, belki öğretmenlikten gelen bir alışkanlıkla beni kızdırıyor da…
Örnekleyeyim, ne anlatmak istediğimi biraz daha açıklamak için: “Demokrasi, solculuk, milliyetçilik, ilericilik, İslamcılık, laiklik vb. kimlik tanımları…”
Tüm bunların arasından ise hiç beklenmedik insanın tüm inançlarını allak bullak eden “pratikler” de yer alıyor… Neredeyse, her doğan günle birlikte…

***
Bu arada, yavaş yavaş ayrışan başka bir grup ise “aydınlar…” (yoksa, “sözde aydınlar” mı demeliydim…)
Onlar, bunu tam olarak hissetmese de: - sözde yepyeni – bir yüzyılda ve ülkemizin “bu hallerinde”, kendilerini, ülkeleri ve dünya ile ilişkilerini yeniden tanımlamak zorunda…
Ama, maalesef onlar da, ağır bir, “zihinsel kargaşa” yaşıyorlar bu konuda.

BUNCA YILDIR…
Yarım yüzyıldır, ülkemizde, insanımıza ağır diyetler ödeten “Milliyetçiliğin” artık gerçek bir tanımı yapılarak yerli yerine oturtulmalıdır.
Bu konuda, tek bir örnekle yetinerek: Türkiye’de ‘Yaşar Kemal’ yazarlığı ve başarısıyla: Yerli, Evrensel, Milli, Yerel vb kavramları, yerel doku ve geleneğe: Türkçe Yazı Dilini, evrensel ölçütlerde yeniden var etmiştir. (Başka örnekler de var kuşkusuz)
Aslında, bunu kimse yadsıyamaz: “Evrensel ölçütlerde yaratılan bir ‘yerel değer’ ancak “Milli” olur… Olabilir…”
Bu gerçek ise, sadece sanatla ilgili değil… Roman, resim, sinema, müzik ve sosyal bilim dili kadar: Ekonomik Üretim ve girişimcilik aracılığıyla: Yerli olan, ‘Evrenselleşir / küreselleşir – yoksa ‘mahalli’ kalır…
“Bireysel Yaratıcılık ve girişimcilik’ olmadığında ise… Yerelin… Ne kültür ne de ekonomik ‘Evrenselliğe’ ulaşması mümkün değildir.

YARATICILIK ŞART
Evet, bu bir gerçek: “Yaratıcılık olmayan bir toplumda… Milliyetçilikten geriye: Dünden bugüne uzanamayan: “Bir Tarih, folklorik bir kültür ve turistlere gezdirilen (bizde o da olmayan) müzeler kalır…”
Bu konuda geçerli tanım ne kadar da bize uyuyor:
“Dış dünyaya kapalı toplumlarda, tarih, sanat ve kültür… Devlet nezdinde:
“TOPLUMDAN, KORUNMAYA ALINMIŞ RESMİLEŞTİRİLMİŞTİR…”
Oysa… Medeniyet yaratma iddiası olan bir ülke üretilen ‘kültürel eserler’ üzerinde yükselir… Yükselebilir…

***
Bunun aksi ise ne düşünebilir… ne de yaratılabilir…
O ülke, ancak ve ancak… dünyaya…
Vericisiz… Sadece, alıcı antenlerle bağlı… “Edilgen – tüketim oburu” bir mahalleye dönüştürülmüş bir kimlikte var olur…

BİZE GELİNCE…
Biz, Kıbrıslı Türkler olarak, kültür üreticileri, yazarları, aydınlar ve bunların ürettiklerini paylaşıp, kişiliğinde paylaşanlarla… Çoğalarak ve dillenerek var olmalıyız… Ancak, ‘bu varlık’, bize dünyada “Evrensel bir yer ve varoluş” kazandırır… Kazandırabilir… yani:
• Hedeflerimizi büyüterek…
• Başaramamanın ezikliğini, üzerimizden atarak…
• Yepyeni bir yüzyılda… Yepyeni, saygın bir toplum olarak… “Mahalli” olmadan – Evrensele sıçrayarak…
Bunun için ihtiyacımız olan “hamura” sahibiz…
Yeter ki, kollarımızı sıvayarak işe koyulmanın cesaretine de sahip olma yolunu…
Hep birlikte açarak işe koyulalım.

----------------------------------------------


NE KADAR DA ÇABUK GEÇTİ…

Kendi ülkemde her gördüğüm her duyduğum beni üzer oldu.
“Ben sanki neden yüreğimi ve gözlerimi yanıma alıyorum bir yerlere gittiğimde!
Neden görmeye çalışıyorum sadece bakmak varken!
Ahh, bu susmayan yürek, şöyle yanıtlıyor beni: “Hiçbir şeye kayıtsız kalamazsın; çünkü sen insansın…”

***
Evet doğru, insanız…
Ama aslında, birer ‘ipek böceği tırtılıyız’ hepimiz…
Kozalarımızın içinden, güzel birer kelebek olarak, kaçımız çıkmayı becerebilecek, yaşam sürecimizde…
Ve kaçımız, çıkmadan kıvrılıp kalacak – yani ölecek – içinde…
Ama aslında…
Ölümü bile hak etmek…
Hak etmek için de yaşamak gerek…

***
Size soruyorum, hiç yaşadınız mı?
Yani, ayaklarınız yerden kesilecek kadar…
Sevdiniz mi…
Çoğaldınız…. Çoğalttınız mı?

***
Bazen, bazı şeylere takılır kafam…
Ör: “Çoğalalım Beyler!” ki, bana göre yanlıştır… Güzel olan, “tekillerden oluşan çoğunluk” değil… “Çoğuldur…”
Azınlık olmak, yürek ister… Kara koyun olmak gerek…. KARA KOYUN…

***
SÜREKLİ, “Sanat olaylarını” izliyorum…
Ve, genelde geldiğim nokta: Marx’ın ünlü deyişiyle: “Yapıyorlar ama (çoğu) bilmiyorlar”…
Çünkü, toplum kendini ifade edebileceği ‘ortak dili’ yitirmiştir… ama, ayırdında değildir ki sanatçılarımızın çoğu… Ama,
Bu noktada, kendilerine iki kat daha önemli bir görev düşüyor:
“Bu dilsizliği ‘GERÇEK BİR SANATA” dönüştürerek, edebileştirmek…

***
“Tarih” diye hünkürüyor bazılarımız… bozuk bir plak gibi…
Sahi, nedir ki tarih diye bildiklerimiz…
Anlatım ve yorum katılarak bize ulaştırılan: “Ölü bilgiler” değil midir ki!
O yüzden: “İnanç başka şey, bilimse başka…” diyorum…
Öte yandan düşünüyorum da, gerçeği duymak kaç kişinin işine gelir ki!

***
Yazarken, aklıma bir ‘Çinli Düşünürün’ özdeyişi geldi. Şöyle:
“Bu insanlar ne garip mahluklar… Hem çok uzun yaşamak isterler.. Hem de “yaşlanmak” istemezler.

***
Son günlerde sık sık düşünüyorum:
Ne kadar da çabuk geçti onca yıl…
Oysa, Reşadiye Sokağı ve Yenicami Sokağında, ‘mahalle çocuklarıyla’ oynadığımız “beş taş, ip atlama, Pirili yürütme vb oyunlar… yenilgiyi asla kabul etmeyip yaptığımız kavgalar… “Bir bisikletim olsun” diye hala duyduğum o derin özlem…
Serpilip büyümeye başladığımda sokağa çıkma yasakları… Yarış atları gibi sınavlara hazırlanışım…
Öğretmen Koleji’ni bitirdiğimde başladığım “Öğretmenlik” yanında, sürdürdüğüm “Gazetecilik” daha dün gibi…

***
Her yıl, bir çizik atmış yüzüme…
Aynada tek tek inceliyorum… Gözaltındaki en son olanı…
Bir diğerine, öbürüne, berikine dokunarak… yıllar arasında minik bir gezi yapıyorum…
Ayrılıklar… Sevinçler… Mutluluklar… Umutlar…
Bir an mutlulukla coşuyor bir an hüzünle duraksıyorum…
Kiminde en deli sevgiler… kiminde acılar, kiminde “ayrılıkların” hüznü gizli…

***
Gel-gitlerden yorgun düştüm…
Tüm bunlara rağmen… yaşanmışlıkların hepsini çok ama çook seviyorum…
Sanıyorum, hepimizin “son” olarak düşündüğüne… Ömrümün son demlerine adım atıyorum yavaş yavaş…
Ama, bunca yıla rağmen…
Annemin, okkalı bir tokat patlatmak ya da saçlarımı yolmak için, minder ya da yatak altında, ağaç tepesinde, banyoda… bilimum kuytu köşelerde… aradığı “muzır” Babamın da “o benim gızım, ona tokundurtmam” dediğiyim…

***
Onlar yok artık…
Ne kadar da çabuk geçti…
Geçiyor onca yıl…

Dergiler Haberleri