Kıbrıs Türk Halkbilimi’nin mihenk taşlarından olan Mahmut İslâmoğlu hocamızla, Kıbrıs’ın Eski Bayramlarına yolculuk etmek istedim bu kez de. Bu söyleşimizi 2009 yılında gerçekleştirmiştik. Bugün ise sizlerle paylaşıyouz.
Birçok insanımızın dile getirdiği o; “nerde o eski bayramlar” serzenişlerinin, özleminin peşine düşüyoruz bu kez. Hem Ramazan hem de Kurban bayramlarımız nasıl kutlanıyordu Kıbrıs’ın geçmiş yaşamında...
Şimdi Eralp bey ulusal bayramlarımız da vardı malûm. Daha çok istiklâl savaşından sonra yer alan bayramlardır. Yani Cumhuriyet döneminde işte 19 Mayıs, 23 Nisan, 30 Ağustos Zafer bayramlarımız gibi bayramlarımız da vardır. Ama çok eskilerde Kıbrıs’ta ve Türkiye’de de öyle kutlanan daha değişik bayramlar, meselâ Nevruz bayramı vardı Kıbrıs’ta da. Bu 1920-22 yıllarına kadar evlerde, genellikle hanımların yaptıkları eğlencelerle ve sairelerle kutlanırdı. Kırsal bölgede de halk; Mart 9’u dediğimiz bir bayram var ya hâlâ, genelikle Lârnaka yöresi köylerinin şimdilerde kutladığı bir bayram, o bayram da kutlanırdı, Nevruz bayramı. Malûm, Ergenekon’dan çıkış bayramıydı o.
Geçmişte Mart 9’u bayramının kutlanmasına rağmen şimdilerde niye bu bayram sadece Kıbrıs’ın belli bölgelerinde kutlanıyor diye merak ediyorum...
Türkiye’de de kutlanırdı ve şimdi çok yaygınlaştığını görüyoruz, bütün Türk dünyasının kutladığı bir bayramdır aslında. Fakat unutulmuştu zamanla. Hatta bir dönem Kürt bayramı sanıldı. Yok öyle bir şey. Ve olaylar çıkardı Anadolu’nun güney doğusunda falan. Kürt kardeşlerimiz yani onu kendilerinin zannederek. Halbuki bu Ergenekon bayramıdır.
Bunun yanında İranlıların da kutladığı, Bahar bayramı olarak kutladığı bir günleri vardır. Yani işte Nevruz bayramı bizim, Kıbrıs’ta, atalarımız demek ki bunun bilincindeydiler ki Eralp bey, Nevruz bayramını kutluyorlardı. Dediğim gibi hâlâ Boğaziçi köylerinde halk “Mart 9’u” dediğimiz, yani arada bir tarih farkı var, 21 Mart’tır aslında Nevruz bugünün takvimine göre. Onu kutlarlardı. Bunun yanında en önemilisi dinî bayramlarımız.
Nevruz bayramında kutlama nasıl yaplıyordu, bir de eminim herkesin aklında kalan; yakılan büyük ateş üzerinden insanların atlama ritüeli vardı. Bunu soruyorum hocamıza...
Yeme içme yapılırdı her zaman. Bir de kadınlar toplandıklarında işte Fincan Oyunları gibi çeşitli eğlenceler yapılmaktaydı.
Ateş üzerinden atlama ritüeli tabii var çünkü Ergenekon’da zaten dağı eriterek çıktıkları için o demir olan bölümünü dağın, o gelenek hâlâ devam eder. Meselâ ben son Antalya’da büyük kurultaya katılmıştım, Türk Devlet ve Topluluklarının. Orada yine sembolik olarak yapılan bir ritüel vardı. Hatta gelen devlet başkanları, başbakanlar filan, onlar da demir döverek töreni açıyorlardı. Yani eski bir Türk geleneğidir. Efsaneye göre Türkler Ergenekon’dan çıkış için yol arıyorlardı. Sarp dağlarla çevriliydi etrafları. Ve dağın bir yerinin demir içerdiğini tesbit ettiler. Zaten kılınç, mızrak falan yaptıkları için biliyorlardı demir işlemesini Türkler. Orada dağdaki madeni eriterek çıktıklarını biliyoruz efsanelerden ve sairlerden. İşte onun kutlandığı bir gündür aslında Nevruz. Yani Türkün de bayramıdır.
Dinî bayramlarımız da İslâmiyetle kabul ettiğimiz ve bütün müslüman alemince paylaştığımız Ramazan bayramı ile Kıbrıs Türkçesiyle “Hacılar bayramı” da denir, ve Kurban bayramıdır. “Hacılar”, neden “Hacılar bayramı” diyor Kıbrıslılar buna, çünkü Hacce gidilirdi. Yine de gidiliyor. Bu bakımdan Kurban bayramı ve dediğimiz gibi Ramazan bayramı en önemlisi. En çok tantanayla kutlanan bayramlardı eskiden.
Kıbrıs’tan Hacı olmak için bun yolculuğa katılan çok insanımız var mıydı o dönemlerde diye soruyorum...
Vardı tabii, eskiden daha da yaygındı ama bugün de var. Türkiye’ye gidiyorlar öncesinde ve ardından oradan uçakla bu yolculuklarına devam ediyorlar. Hatta bu son günerde Umre’ye giden Kıbrıslılar da vardır. Umre dediğimiz yani bayramın dışında, Kurban bayramının dışında olan bir şeydir bu. Umre ziyaretleri yine Mekke-Medine falan gezilir. Hatta yarı hacı sayılırmış efendiler, din adamlarına göre (gülüyor).
Eskiden çok meşakatliydi Eralp bey. Çocukluğumdan hatırladığım olaylar da vardır bu konuyla ilgili. Meselâ ben Limasollu olduğum için oradan gayet iyi hatırlıyorum. Meselâ rahmetli Hacı Kalfa hanımların ailece gittikleri bir haz ziyareti vardı. Hac ziyaretine gitmek için gerçekleştirdikleri o tören hâlâ gözlerimin önündedir. Beyazlara bürünmüş giyinmiş insanlar, koltuklanmış vaziyette olurdu. ilâhilerle sokaklardan geçerek Limasol’un Piri Ali Dede Tekke’sine gidilirdi öncelikle. Tekke’de namaz kılınır dualar yapılır ve hemen oradan çıkılarak, liman zaten hemen yanı başında biliyorsunuz, limandan gemilere binilerek Suudi arabistan’ın Cidde limanına gidilirdi. Arap gemileriyle, Arap kayıklarıyla. O zamanlar vapur falan daha enderdi. Gemilerle seyahat yapılırdı ve Cidde limanında da deve sırtında kutsal şehirlere, kentlere, Mekke’ye, Medine’ye gidilirdi. Çok meşakatli bir yolculuktu. O zamanlar en az iki-iki buçuk ay zaman alırdı Hacce gidip dönmek. Kolay değildi. Hatta bazılarının tabii biliyorsunuz bugün de oluyor, orda vefat edip de defnedildikleri de oluyordu.
Döndüklerinde de bir Mübareki yaparlardı. Yani ufak tefek hediyeler getirirlerdi, ziyaretçilerin tümüne gümüş yüzük, kolye gibi birşeycikler sunarak gönül alırlardı. En önemlisi de zemzem suyu, kutsal su getirirlerdi Mekke’den. Onu sunarlardı misafirlere. Nitekim ölecek olanların da ağzına son su olarak kaşıkla zemzem suyu damlatıldığı bilinen bir gerçek.
Çocukluğunun bayramlarına doğru yolculuk etmek istiyorum Mahmut hocamızla. Neler hatırlıyor bayramlar hakkında diye soruyorum...
Bayramlar çok canlıydı. Şimdi her şeyden önce elbise ayakkabı temini vardı çocuklara, büyüklere de öyle. Ama giysiler önceden hazırlanırdı Eralp bey. Yani kolay bir olay değildi. Ayakkabı bugünkü gibi git mağazalardan hazır bul al, yok öyle bir şey. Kunduracılara gidilirdi birkaç ay önceden, ölçü alınırdı ayağınıza göre ve o şekilde yapılırdı ayakkabınız. Tabii ayakkabı ayağınızı sıkar sıkmaz o da artık şansınıza kalırdı (gülüyor). İyi kötü topallaya topallaya da olsa onu giymek mecburiyetindeydiniz. Ve şunu da söyleyim, bugün gençler çok şanslıdır. Bugün hergün bayram aşağı yukarı evlerde. Yemek de öyle giysi de öyle. Yani bazı aileler çocuklarına beş-on çift ayakkabı alabiliyor. Varlık durumu da çok iyi, üstelik harcanan para ve mentalite değişti.
Eralp bey eskiden fuzuli yere harcama yapılmazdı. Meselâ evlere dikkat edin, çok eskiden, gençsiniz siz gerçi ama hatırlayacaksınız, kara sandıklarımız vardı. Şimdi gardrop bile yeniydi. Ben hatırlarım annemin gardrobunu, dolap deriz biz, elbise dolabı, uzun yüksek bir dolaptı, birkaç kanatı vardı. Yani öyle bugünkü gibi duvardan duvara, duvar dolapları, üç tane beş tane elbise dolu dolaplar yoktu. Bazılarında ayna da vardı. Şimdi ailenin bütün eşyası bütün giysileri zaten o sandığa sığmalıydı. Fuzuli elbise diktirilmezdi. Erkeklerin bir günlük çakşırı şalvarı varsa, bir de yabanlığı vardı bayramda giydiği. Çok enteresandı bu olaylar.
Diyesim bizim elbise falan genellikle ayakkabılarımız bayramdan bayrama yaptırılır onları giyerdik. Pantolon gömlek ve saire de. Gayet iyi hatırlıyorum, 13-14 yaşlarımdaydım takım elbise giydiğim zaman ki mutlu çocuklardandım. Bazıları onu da bulamazdı. Yani giysi biraz sınırlı. Harcamalar ona göreydi. Dört direkli gargolalardı zaten yataklarımz, böyle ahşap falan değildi, demirden. Onların biz ayak ucuna asardık gömleklerimizi pantolonlarımızı (gülüyor). Yani uyurken dahi onları görerek uyurduk.
Bir de önemli olarak; kına yakma olayı vardı. Müslüman Türk kadınları saçlarına da boya olarak; siyah kına gençler, kırmızı kına da yaşlı hanımlar yakarlardı. Mutlaka kınasız olmazdı. Bugün saçları boyatma gibi o dönemde de Türk kadını becerikli, kına yapılırdı. Özellikle hamamlara gidilirdi zaten. Hazırlanmak için bayram yıkanması için. Hamamda önce kille yıkarlardı saçlarını. Yumuşatıcıydı bu. Kil toprağını tas’ta çiçek suyuyla, gül suyuyla yoğurup saçlarına koyarlar ve beklerledi. Tutması için. Kına da öyle. Birkaç saat gerekliydi. Bugün boyalar da öyle değil mi zaten, saç boyaları. Bu arada tabii hamamda yeme içme de olurdu. Pırıl pırıl tasların içerisinde dolmalar, zeytinler, portakallar, kollandrolar çakıstezler mevisime göre. Dolayısıyla böyle bayram hazırlıkları içerisinde, elbisler giysilerden sonra yıkanma vardı.
Mutlaka arife günü, arife suyuyla yıkanma önemliydi. En azından temiz de olsa insan onunla bir dökünmek gelenekti. Daha da temiz olmak içindi o. Sevap da sayılırdı. Zaten yıkanırken ir de “kırklanma” vardı, siz yetiştiniz mi bilmiyorum. Tasın içerisine önce bir besmele çekilirdi, 5-10-15-20-25-30-35-40 diyerek, 40 besmele çekilmiş gibi son tas su onunla dökülürdü baştan aşağıya. Yani temizlik işte Türk’te Kıbrıslı’da. Yani iftiharla söyleyebiliriz Kıbrıs’a adam gibi yıkanma geleneği, Türklerle gelmiştir. Hamamlar bunun en güzel kanıtıdır.