Kıbrıs Cumhuriyeti’nin birinci cumhurbaşkanı ve başpiskopos Makarios’un 1960 yılında kendisinin de imzasıyla kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti devletinin temel anlaşmalarını yaşatmak istemediği bilinen bir olgudur.
Zürih ve Londra Anlaşmalarından kurtulmak, Kendi Kaderini Tayin Hakkı ilkesini ileri sürerek Enosisi gerçekleştirmek veya bu mümkün olmazsa, iki toplumlu Kıbrıs Cumhuriyeti’ni Kıbrıs Rum devletine dönüştürmek Makarios’un en büüyk hayali idi.
Makarios için iki-toplumlu Kıbrıs devleti "haksız" bir dayatmaydı. Nitekim Kıbrıs devleti kurulur kurulmaz anlaşmaları “yerle bir etmeye” karar verdiğini yakın çevresinden gizlemiyordu. Örneğin güvendiği dostlarından gazeteci Yorgos Fili’ye niyetini açmış ve “Zürih ve Londra Anlaşmalarının üstünden beş yıl geçmeden onları yerle bir edeceğim” demişti.
Çalışma arkadaşları da benzer görüşleri paylaşıyordu.
Kıbrıs Cumhuriyeti'nin ilk Kıbrıslı Rum bakanları Helen milliyetçiliğine bağlı, görece genç kişilerdi. Lefkoşa Belediye Başkanı Dervis'in "Çocuk Korosu" olarak adlandırdığı Bakanlar Kurulu’nda Glafkos Kliridis, Spiros Kiprianu, Polikarpos Yorgacis ve Tassos Papadopullos gibi anti-komünist ve Kıbrıs’ı bir Helen adası olarak gören isimler yer alıyordu. Makarios’un çok güvendiği isimlerden biri olan Tassos Papadopullos, cumhurbaşkanının ta başından anlaşmaları değiştirmeyi düşündüğünü, bunun da “son derece doğal” olduğunu ileri sürüyordu: “Anlaşmaların gözden geçirilmesi gerektiğini kavramak için ne zeki, ne de yurtsever olmaya gerek vardır!’’
Cumhuriyetin kuruluşundan çok kısa bir süre sonra Makarios’un emri ile, içişleri bakanı Polikarpos Yorgacis'in önderliğinde "Ulusal Kıbrıs Örgütü" (sadece "Örgüt" veya “Akritas Örgütü” olarak da biliniyor) kuruldu. "Örgüt"ün amacı, "Makarios'u anlaşmaları değiştirmek için desteklemek ve Enosisi gerçekleştirmek için mücadele etmek" olarak belirlenmişti. Silahlanma ve silahlı eğitim “Örgüt”ün başlıca hazırlık eylemleri arasında yer alıyordu.
İşte böyle bir ortamda anayasanın işlemediğini kanıtlamak ve nihayi amaca ulaşma yolunda ilk adım olan anayasa değişikliği için düğmeye basılmıştı.
Bu, Kıbrıs’ı 1963 yılının Aralık ayında felakete, daha doğrusu, sonu gelmeyen felaketlere sürükleyen ilk adım olmuştu...
Makarios’un Küçümseyici Bakışı
Makarios’un böyle bir yola girmesinde Helen milliyetçiliği ve Kıbrıs’ın bir Helen adası olduğu veya olması gerektiği inancı belirleyici olmuştu. Öte yandan, Helen ulusçuluğunun Kıbrıs’taki dini ve siyasi önderi, Kıbrıs Türk toplumunu küçümsüyordu. “Önemsiz bir Müslüman topluluğu” olarak görüyordu. Kıbrıs Türk toplumuyla eşit olmayı kendisine yediremiyordu. “Üstünlüğünü” hayatın her alanında sergilemekten hoşlanıyordu ve bunu, cumhurbaşkan muavini Dr. Küçük’le olan ilişkilerine de yansıtıyordu.
Cumhurbaşkan muavini ile bir araya gelmekten kaçınıyor, Dr. Küçük’ün yaptığı “birlikte köy gezilerine çıkalım” çağrılarını yanıtsız bırakıyordu. Hatta, Dr. Küçük’ün cumhurbaşkanı vekili sıfatıyla biraz gösterişli bir konuta taşınma isteğini kurnaz yöntemler kullanarak engellemişti. Kamuoyunun pek bilmediği bu olay şöyle ceryan etmişti: Dr. Küçük, bugün Yunan elçisinin ikametgahı olarak kullanılan Ledra Palace barikatının yanındaki binaya taşınmak istiyordu. Makarios, evin sahibi olan eski Başsavcılardan Triantafilidis’i sarayına çağırarak ona, “evini Yunanistan’a sattığını” bildirdi. Triantafilidis duyduklarına inanamıyordu. Ağzını açıp bir şey söyleyemeden Makarios ona “satış belgesini” ibraz etti ve imzalamasını istedi. Belgede, Triantafilidis’in 42 bin Kıbrıs lirası karşılığında evini Yunan hükümetine sattığı yazılıydı. İtirazları yersizdi. Konutun “Türklere gitmesi” engellenmeliydi.
Triantafilidis’in Yunan hükümetinden aldığı 42 bin Kıbrıs Lirası karşılığındaki Dolar çeki, yıllar sonra başına bela olmasaydı, bu durum bir sır olarak kalacaktı. Yunanistan’da yayınlanan bir gazete çekin fotokopisini yayınlayarak Triantafilidis’in CIA ajanı olduğunu ileri sürünce, başsavcı, çaresiz, doğruyu açıklamak zorunda kaldı...
Sadece bu örnek bile, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanının cumhuriyete ve Kıbrıslı Türklere karşı takındığı olumsuz tavrı ve küçümseyici bakışı göstermeye yeter.
Bu zihniyetin hüküm sürdüğü bir ortamda -buna bir de Kıbrıs Türk liderliğinin ayrılıkçı zihniyetini eklersek- Kıbrıs Cumhuriyeti’nin toplumların baruş içinde bir arada yaşamasını güvence altına alması imkansızdı...