Ali Dayıoğlu
dayioglu@kktc.net
Geçtiğimiz hafta dünya büyük bir liderini, Nelson Mandela’yı kaybetti. Ömrünü, ülkesi Güney Afrika Cumhuriyetinde 1994’e kadar uygulanan apartheid (kurumsallaşmış ırk ayrımcılığı) rejimiyle mücadeleye adamış olan Mandela, özgürlük, adalet, barış, eşitlik ve haysiyet gibi kavramların içeriğini layıkıyla doldurmuş gerçek bir liderdi.
Peki, Mandela’nın ortadan kaldırmak için ömrünü vakfettiği ırkçılık ve ayrımcılık konularında ülkemizdeki durum nedir? Bu soruya birçok kişinin “bu soru da nerden çıktı?” diye tepki gösterdiğini ve “bizde ne ırkçılık, ne de ayrımcılık var” şeklinde cevap verdiğini duyar gibiyim. Fakat ülkemizdeki çoğunluktan farklı olan gruplara ve onlara mensup kişilere yönelik kimi uygulamalar dikkate alındığında, özellikle ayrımcılığın gerek söylem, gerekse eylem düzeyinde var olduğu görülecektir. Aslında bu, ciddi bir sosyo-psikolojik durumun yansımasıdır. 1878’de Kıbrıs’ın Osmanlı İmparatorluğunun denetiminden çıkmasının ardından azınlık durumuna düşen (azınlık kavramı salt sayıyla ilgili bir kavram değildir. Aynı zamanda toplum içerisinde başat/dominant olup olmamayla da ilgilidir), özellikle 1955’ten sonra yaşananlarla birlikte bu durumun dezavantajlarını ciddi şekilde çeken Kıbrıs Türk toplumu, azınlık olmaktan korkup azınlıklarına ayrımcılık yapmak şeklinde bir tutum içerisinde olmuştur. Bu tutumun, 1974’ten sonra kuzeyde oluşan siyasi otoriteye de hâkim olduğunu söylemeye bile gerek yoktur.
Öncelikle etnik, dinsel ve dilsel bakımlardan azınlık oluşturan gruplara bakalım. Kuzeyle güney arasındaki geçişlerin Kıbrıs Türk tarafınca engellendiği 2003 öncesi dönemde Kuzey Kıbrıs’ta yaşayan Marunîlere, özellikle de Rumlara ciddi baskı uygulandığı bilinen bir durumdur. Bu baskılar, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM) kararları ile Avrupa Konseyi (AK), Avrupa Birliği (AB) ve Birleşmiş Milletler (BM) gibi örgütlerin raporlarına da yansımıştır. Bunlar arasında en dikkat çekici olanı, AİHM’nin Türkiye’nin Kıbrıs’ta çeşitli insan hakları ihlâllerinde bulunduğuna ilişkin 10 Mayıs 2001 tarihli kararıdır. Kuzeyde yaşayan Rumlarla ilgili olarak AİHS’nin 7 ayrı maddesinin ihlâl edildiği sonucuna varan AİHM, Karpaz’daki Rumların onur kırıcı bir davranış olarak değerlendirilen ayrımcılığa maruz kaldıklarını belirtmiştir. Bu saptamanın ardından Mahkeme, Rumların izole edilmiş bir şekilde yaşamaya zorlandıklarını, sürekli denetim altında tutulup hareketlerinin kısıtlandığını, topluluklarını yenileme veya geliştirme imkânlarının bulunmadığını ifade etmiştir. Karpaz’daki Rum topluluğuna empoze edilen koşulların bu topluluğun mensuplarının şeref ve haysiyetlerini zedeleyecek nitelikte olduğu değerlendirmesinde bulunan AİHM, Rumlara yönelik uygulamaları, AİHS’nin, işkence, insanlık dışı ya da onur kırıcı ceza veya işlemlere tabi tutulma yasağını düzenleyen 3. maddesinin ihlâli olarak değerlendirmiştir (European Court of Human Rights, Case of Cyprus v. Turkey, (Application no. 25781/94), Judgment, Strasbourg, 10 May 2001, para. 309-311).
Neyse ki, 2003 sonrası dönemde mevzuatta yapılan değişikliklerle ve idarece alınan çeşitli önlemlerle Marunîlerin, özellikle de Rumların şikâyetleri önemli oranda azalmış, KKTC yönetimi ile Türkiye böylesine ağır suçlamalardan kurtulmuştur. Bununla birlikte, bu insanlara yönelik kuşkucu bakış açısının, eskiye oranla epeyce azalmakla birlikte, varlığını sürdürdüğüne zaman zaman tanık olunmaktadır. Bu durumun en somut göstergesi, mevzuata göre vatandaşlık hakkına sahip olmalarına rağmen, uygulamada Rumlar ile Marunîlerin vatandaş sayılmamalarıdır. Bundan dolayı bu insanlar vatandaşların yararlandıkları çeşitli hak ve özgürlüklerden mahrum kalmaktadırlar. Buna ilginç bir örnek olarak, bu topluluklara mensup kişilerin av tüfeği ve avlanma ruhsatı alamamalarını göstermek mümkündür. Av tüfeği almalarına izin verilmemesi, bu topluluklara mensup kişilere duyulan güvensizliğin somut bir göstergesidir. Ayrıca, Koruçamlı Marunîlerin aksine, ağırlıklı olarak Dipkarpaz’da ve Sipahi’de yaşayan Rumlar kendi muhtarlarını seçememektedirler. Aynı durum, Karpaşa’da yaşayan Marunîler için de geçerlidir. Bu arada Marunîlerin, kuzeyde bir ilkokullarının bile bulunmadığını hatırlatmakta fayda vardır. Bununla birlikte, 1974’ten bugüne Rumlara oranla Marunîlerin daha az ayrımcılıkla karşılaştıklarını belirtmek gerekmektedir. Bunun bir nedenini, Kıbrıslı Türkler ile Marunîler arasında geçmişte bir çatışmanın veya gerginliğin yaşanmamış olması, diğerini de, Katolik olmalarından ötürü Marunîlerin Vatikan’ın koruması altında bulunmaları oluşturmaktadır.
Rumların ve Marunîlerin dışında, Kuzey Kıbrıs’ta sayıca çok az olan Kıbrıslı Türk Protestanlar da çeşitli ayrımcı uygulamalarla karşılaşmışlardır. Bunların en önemlisini, dinî bir dernek olarak yasal statü kazanmak ve vakıf kurmak için yaptıkları başvurulara olumlu bir cevap verilmemesi oluşturmaktadır. Geçmişte kiliselerindeki ayinleri polis tarafından izlenmişse de, yakın dönemde bu uygulamadan vazgeçildiğinin çeşitli uluslararası raporlarda belirtilmesi olumlu bir gelişmedir. Bununla birlikte, Türkiye’de olduğu gibi Kuzey Kıbrıs’ta da Protestanlığı kabul eden Kıbrıslı Türklere ve bu inancı yaymak için faaliyet gösteren misyonerlere kuşkuyla bakıldığını söylemek gerekmektedir.
Romanlar (Gurbetler) ile alt düzey gelir gruplarına dâhil Türkiye kökenli işçilerin ve onların ailelerinin de çeşitli ayrımcı uygulamaların hedefi oldukları görülmektedir. Söz konusu gruplara mensup kişileri tanımlamak için kullandığımız ifadeler bu durumu açıkça ortaya koymaktadır. Bu insanlara yönelik aşağılayıcı ifadeler zaman zaman siyasilerin demeçlerine de yansımaktadır. Örneğin, önceki hükümetin Maliye Bakanı Ersin Tatar, Ağustos 2009’da yaptığı Türkiye ziyareti sırasında, “Çingene kabilesi değiliz ki Türkiye’den para isteyelim” şeklinde bir açıklamada bulunmaktan çekinmemiştir (Çağıl Günalp, “Ayıp Etti”, Yenidüzen, 17 Ağustos 2009). Uygulanan ayrımcılıktan ve bunun bir yansıması olarak karşı karşıya kaldıkları kötü ekonomik koşullardan dolayı Romanların birçoğu Güney Kıbrıs’a ve İngiltere’ye göç etmek zorunda kalmıştır.
Dikkat çekici bir diğer önemli husus, her fırsatta “Anavatan Türkiye” söylemini dillendiren kesimlerin Türkiye kökenli insanlar için en alt düzeydeki işleri ve ücretleri reva görmeleridir. Ülkemizdeki kimi sol kesimler ise, “işgalci” olarak nitelendikleri bu insanların kötü çalışma ve yaşam koşullarına tepki göstermemekte, hatta “onlar da ülkemize gelmeseydiler” şeklinde ırkçılığa kayan bir tavır göstermektedirler. Sınıf temelinde politika izlemeleri beklenen bu kesimler, söylemlerini etnik temel üzerinde yapılandırmakta, KKTC’deki her olumsuzluğun kaynağını bu insanların varlığına bağlamaktadırlar.
Alevi vatandaşlara yönelik kimi uygulamalar da ayrımcılık içermektedir. Örneğin, TC Büyükelçiliği Yardım Heyetinin “Din Hizmetlerinin Geliştirilmesi Projesi” kapsamında yaptığı maddi katkılar ile cami yapımına her türlü destek sağlanırken, cemevi inşaatı için Alevi vatandaşlara maddi kaynak aktarılmamaktadır. Türkiye’de cemevleri ibadethane olarak resmen kabul edilmediğinden TC Büyükelçiliğinden maddi yardım alınması mümkün görünmemekle birlikte, KKTC devleti de 2008’de yapılan 80.000 TL’lik yardım dışında (Yenidüzen, 6 Eylül 2010) cemevi inşaatı için herhangi bir maddi katkıda bulunmamıştır. Bundan ötürü Alevi vatandaşlar kendi imkânlarıyla cemevi inşa etmeye yönelmişlerdir. Bu çalışmalar henüz tamamlanmadığından, bugün itibarıyla ülkemizdeki 199 camiye karşılık tek bir cemevi dahi bulunmamaktadır. Böylece laiklik gereği tüm inançlara eşit mesafede durması ve tümüne eşit imkânlar sunması gereken devlet, Hanefi-Sünni inancı hâkim öğreti kabul etmekte, Alevilerin de dahil olduğu diğer inanç gruplarını ikinci plana atmaktadır. Diğer yandan, 2009-2010 ders yılından itibaren “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” derslerinin dördüncü sınıftan sekizinci sınıfa kadar zorunlu kılınmasının ve bu derslerde büyük ölçüde Hanefi-Sünni öğretisine yer verilmesinin, Hanefi-Sünni inanca bağlı olmayan kesimler için ayrımcılık içeren bir insan hakkı ihlâli oluşturduğunu da belirtmek gerekmektedir.
Ülkemizdeki Kürt kökenli vatandaşlar da uzun süre ayrımcı davranışların muhatabı olmuşlardır. 12 Eylül 1980 darbesinin ardından Türkiye’de PKK’nın giderek güçlenmesi, Türkiye’de olduğu gibi Kuzey Kıbrıs’ta da etnik kimliğini öne çıkaran Kürt nüfus üzerindeki baskıyı artırmıştır. Bunun neticesinde, bu kişilere yönelik kimi hak ihlâlleri söz konusu olmuştur. Bu ihlâllerin en önemlisini, Kürt kökenli kişilerin yaşadıkları köylere özellikle 1992-1993 ve 2003 yıllarında güvenlik güçlerince yapılan baskınların ardından çok sayıda Kürt kökenli kişinin sınır dışı edilmesi oluşturmuştur. KKTC vatandaşı olan kişilerin de sınır dışı edilmeleri bu kişilere yönelik ayrımcı uygulamanın ulaştığı aşamayı göstermiştir. Bunların dışında, etnik kökenlerinden dolayı Kürtlerin işten uzaklaştırılmaları gibi uygulamalara da tanık olunmuş, neyse ki bunlar mahkeme kararlarıyla iptal edilmiştir. Ayrıca Nevruz kutlamaları da uzun yıllar polis gözetimine takılmış, çocuklarına Kürt ismi koymak isteyen aileler zaman zaman engellerle karşılaşmışlardır. Bununla birlikte, Kürt sorununu çözmek için 2013’te Türkiye’de yoğunlaşan faaliyetler Kuzey Kıbrıs’ta da yankı bulmuş, bunun sonucunda Kürt kökenli vatandaşların şikâyetlerinde azalma gözlemlenmiştir.
Son olarak, cinsel tercihlerinden dolayı ayrımcılığa uğrayan LGBT bireylerine değinmek gerekmektedir. Konuyla ilgili en önemli sorunu, Fasıl 154 Ceza Yasasının “doğaya aykırı cinsel münasebeti” cezalandıran 171. maddesi oluşturmaktadır. Dünyada hemcinsler arası evliliklerin yasal hale gelmeye başladığı ve özel yaşama saygının en önemli insan haklarından biri olduğu düşünüldüğünde, bu cezanın varlığının anlamsızlığı ortadadır. Oysa ülkemizde eşcinsellik toplum tarafından genellikle “hastalık”, askerî sağlık mevzuatında da “psikoseksüel bozukluk” şeklinde değerlendirilmektedir. Neyse ki geçen hafta CTP-BG’li üç milletvekilimiz bu çağdışı yasanın değiştirilmesi ve eşcinselliğin suç olmaktan çıkarılması konusunda bir değişiklik önerisi hazırlayarak Cumhuriyet Meclisinin onayına sunmuştur.
Kuzeyle güney arasında geçişlerin serbest bırakılıp KKTC’nin dünyaya daha açık hale geldiği 2003’ten sonra insan ve azınlık hakları konularında önemli gelişmeler kaydedilmekle birlikte, kimi ayrımcı uygulamaların da devam ettiği görülmektedir. Yalnız burada sevindirici olan husus, mevzuatta yapılmaya başlanılan değişikliklerle ve toplumda konuyla ilgili farkındalık yaratmak için yapılan çalışmalarla bu uygulamaların giderek azaldığıdır. Zaten, dünyadaki uygulamalar çok kültürlülüğün ötesinde çok kültürcülüğe yol alırken, ülkemizin bu gelişmelerin dışında kalması çağı yakalayamamak olurdu. Üstelik dünyadan soyutlanmış olmaktan sürekli şikâyet edip, uluslararası toplumla bütünleşmeyi bu denli isterken…