“Maraş: Kıbrıs’ın Tekinsiz Yer’i...”

Sevgül Uludağ

Bülent BATUMAN

“Kapalı Maraş”. Tuhaf bir isim. Tam bir isim olduğundan bile emin değiliz aslında, ama elli yıl, bir yerleşimin isminin yerleşmesi için yeter de artar bile. Yoksa “kapalı Maraş” mı demeli; ismin parçası değil de durumun ifadesi mi “kapalı”? Küçük veya büyük harfle yazmayı bir umut -kentin bir gün yaşanan kentler alemine geri döneceğine dair bir umut- işareti olarak düşünebilir miyiz?

Daha ileri gidelim. “Kapalı”yı sorguladık ama “Maraş”ı da sorgularsak? Maraş’ın asıl ismi Varoşa. Hayır, bu basitçe iki dilli bir isim çifti değil (örneğin Lefkoşa-Nicosia gibi). Zira “Varoşa”nın kendisi de Türkçe’den dev(şi)rilme bir isim; “varoş”tan geliyor. Varoş, yani kentin (sur) dışındaki mahalleleri. 16. Yüzyılda Osmanlılar tarafından ele geçirilen Mağusa’nın Rum sakinleri sur dışına sürüldüğünde ortaya çıkar Varoşa. Yerinden edilmenin ürünüdür. Öyleyse Maraş’ı konuşmaya Mağusa’dan başlamak lazım.

MAĞUSA

Kıbrıs adasının doğu kıyısında yer alan Mağusa, tarih boyunca düşüşler yaşasa da görkemli bir kenttir. Milattan önce üçüncü yüzyılda kentin bugünkü konumuna göre kuzeyde kalan Salamis kentinin depremle yıkılması sonucu inşa edilen Mağusa Ortaçağ’da gelişerek önemli bir Akdeniz liman kenti haline gelir. Görkemli surları ve kiliseleriyle Bizans’tan sonra sırasıyla Lüzinyanlar, Cenevizliler ve Venedikliler’in kontrolünde olan Mağusa 16. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı egemenliği altına girer. 19. yüzyıl sonunda adanın İngilizlere kiralanmasıyla başlayan süreç 20. yüzyıla gelindiğinde adanın bir İngiliz kolonisi haline gelmesiyle derinleşir. Kapsamlı bir modernleşme sürecine giren kentin daha önce sur dışı mahallesi olan Maraş hızla ticari ve giderek turistik bir odağa dönüşür. İkinci Dünya Savaşı sonrasında giderek popülerleşen Maraş, artık otelleri ve turistik hizmetleriyle dünyanın sayılı turistik merkezlerinden biri haline gelmiştir.

1974’te Kıbrıs Harekâtı ile Mağusa’nın Rumları bir kez daha yerlerinden olur; Maraş’ı terk edip daha da güneye kaçarlar. Ancak bu kez ne onlar tam gitmiş, ne yerlerine başkaları gelmiştir. Askeri alan ilan edilerek girişe kapatılan Maraş artık resmen “Kapalı Maraş”, gayrı resmi olarak ise “hayalet şehir” olarak anılacaktır. Hayalet şehir; hayaletlerin yaşadığı bir şehir değil, içinde anıların uçuştuğu bir şehir hayaleti. Belli bir anda donmuş bir mimari yığın; camları ve çerçeveleri sökülmüş pencereleriyle dişleri çekilmiş yaşlı ve yorgun yaratıklar gibi görünen modernist binaların ve paslı vinçlerin gölgesinde yarım kalmış kaba inşaatların yığını.

2020’nin sonbaharında, tam da Kuzey Kıbrıs’ta seçimlere gidilirken Maraş yeniden gündeme geldi. 25 Ekim’de KKTC Cumhurbaşkanı Tatar ile düzenlediği ortak basın toplantısında “Maraş'ta diyorum ki bir piknik yapabiliriz” diyen Erdoğan, bundan iki hafta sonra da “Bahçeli ile Kapalı Maraş'ta piknik yapacaklarını” duyurdu. Gerçekten de bu sırada Maraş’ta hummalı bir faaliyet yürütülmekteydi. Bazı ana yolların asfaltı yenilendi, yeme-içme mekânları hazırlandı ve Kasım ortalarında Erdoğan’ın Maraş’ı “açan” pikniği gerçekleşti. Bu hamle uluslararası arenada “Maraş’ı gerçekten açarım” mesajıydı fakat benim tartışmam açısından önemli olan şey Maraş’ın -çok sınırlı bir kısmında da olsa- artık sivil dolaşıma açılmış olmasıydı. Wikipedia’nın aktardığına göre, açılışından sonraki bir yılda 400 bin civarında insan “ziyaret etti” “Kapalı” Maraş’ı.

TEKİNSİZ YER

Yürümeye, bir insan grubu ile -Maraş’ı görmeye gelen diğer “turistlerle” birlikte- başlıyorum. Bedenlerin ve nesnelerin çıkardığı ve giderek uzaklaştığımız kent gürültüsünden bize ulaşarak bunlara eklenen seslerin yarattığı akustik bir bulut etrafımızda; bunu ancak yok olduğunda fark edeceğiz. Ayaklarımızın altında hissetmeye alışkın olduğumuz asfalt; bunun da ayırdına bu yeni katmandan önceki asfalt tabakasının ürkütücü yıpranmışlığını görünce varacağız. İlerledikçe bizi bir sürü şey karşılıyor ama giderek anlıyorum ki aslında bunların hepsi iki varlığın parçaları. Bunlardan birisi statik ve insan yapısı; zamana karşı ayakta durmaya çalışıyor. İkincisi ise dinamik ve doğal – doğanın kendisi bu: Maraş’ı ele geçiriyor, acelesiz.

Elli yıl çok uzun süre, aklım bunu söylüyor, ama binaların yıpranmışlığına şaşırmamak elde değil. Çoğunun kapıları kapalı ama hemen hepsinde cam ve çerçeveleri sökülmüş olan pencereler, gözlerimi içlerine çeken kara delikler gibi. İnsan içeriye bakmak dürtüsüne karşı koyamıyor. Elli yıl öncesinde donmuş bir sahneyi görme arzusu. İtiraf etmeli, turistik bir haz arayışı bu. Dehşet verici tarihi olayları hatırlamanın, tüketim nesnesi olmaktan kaçamayışını anlatan “karanlık turizm” ifadesi tam da buna dair bir eleştiri.

Mekân ve çevre çalışmaları içinde çokça tartışılan bir kavramsal ikilidir “mekân” ve “yer”. Farklı düşünürler ve araştırmacılar bu kavramlara farklı anlamlar atfetse de kabaca söylersek mekân biraz daha soyut ve analitik, yer ise daha deneyimsel ve anlamsal bir içeriğe tekabül eder. Bir mekân olarak Maraş Mağusa’nın çeperidir, Kıbrıs’ın önemli bir kentsel odağıdır, Ada siyasetinin bir düğüm noktası, uluslararası sermayenin kayda değer mülkünü barındıran bir mevkidir. Ama bir yer olarak Maraş başkadır, sürekli bir yerinden edilmenin izi, masanın üzerinde bırakılan çay bardağının sıcaklığı, Aşağı Maraş’ta yaşayan çocuğun dikenli tellerin üzerinden bakarak büyüdüğü peyzajdır.[1]

Ama yer, her zaman imlediği fiziksellik ile aramızda dolaysız bir ilişki kurmaz. Bazen dışsal olan bir şeyler araya girer. “Tekinsiz” kavramını tartıştığı aynı başlıklı ünlü makalesinde Freud, kavramı ev ile ve eve referansla yabancılık haliyle ilişkilendirir. Buna göre tekinsiz, aslında diyalektik bir ikilik barındırır. Bir yandan evin güvenli mekânındayken hissettiğimiz yabancılaşma ve tedirginlik halini anlatır, bir yandan da, teresine, yabancı olanla temas halindeyken zaman zaman gelen o tuhaf tanıdıklık hissini. Hep bir hayalet şehir olarak imgelenen Maraş, içinden bakıldığında işte bu çifte boyutuyla tekinsizlik hissettiriyor.

Elli yılda kenti ele geçiren doğa öylesine hâkim ki, bizi kendisine yabancılaştırıyor. Koynunda evde olduğumuz, huzur bulduğumuz doğa, düşmana dönüşüyor. Maraş’ta doğa tekinsiz bir yuva; tam insan ve kent sesleri yok olup ıssızlık bariyerini aşmış ve kuş cıvıltılarını duymaya başlamışken hissettiriyor bunu. Zira, bu tanıdık ve huzurlu atmosferin içinde hayvan ölüleriyle karşılaşmak gibi bir şey, gözlerimi açıp insan yapısı binaların halini görmek.

Savaşın ardında bıraktığı yıkık kent görüntüsü beklediğim bir şey, ama insan varoluşunun sökülüp çıkarıldığı yapılı çevrenin yaşadığı aşınma ürkütücü. Bir yandan zamana dair bir vurgu zira; zamanın sonsuzluğu karşısındaki acınası geçiciliğimizle yüz yüze geliyoruz. Dahası, yabancı olduğunu düşündüğümüz bu yıkık kent, tanıdıklığıyla sarsıyor; bu sensin, diyor, senin geleceğin; ve kim bilir belki de yaşadığın kent için çok da uzak olmayan bir gelecektir bu.

NOTLAR:

[1] Maraş’a dair kişisel deneyim ile akademik analizi bir araya getiren Ceren Boğaç’ın yazdıkları çarpıcı: bkz. C. Boğaç, “Acı piyasasının yeni natürmortu: Maraş” Gaile (e-dergi), 27.12.2021 ve C. Boğaç, “The process of developing an emotional nexus between the self and an uncanny geography: An autoethnography”, Emotion, Space and Society 36 (2020).

(GAZETE DUVAR – Bülent BATUMAN – 22.2.2024)


***  GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEYE DAİR YAZILAR...

“Depremde Antakyalı olarak Antakyasız kaldım...”

Yakup Cemel

Antakya, Kurtuluş Caddesi, No:51 Daire:3, isimsiz bir apartman, kapıda bir şey yazmaz ama herkes bilir bizim oturduğumuzu. Girişinde bir tabela yok. Sadece “No:51” var. Aile apartmanı. Sinagogun tam karşısında girişi çok da belli olmayan üç katlı, mimari açıdan özelliği olmayan bir apartman. Adresi tarif ederken Oral Medikal’in karşısı derdim. Birinci katta büyükanne otururdu, babaannemin annesi, ailenin en büyüğü, nine Emeli; ikinci katta Matuk Hoca, büyük teyzemin eşi, Harbiye’de sınıf öğretmeni; üçüncü katta biz, babaannem, annem, babam, abim, kardeşim ve ben. Gürültülü bir apartmandı bizden mütevellit. Tek başımıza on daire gücünde gürültü yapardık. Gürültü yanında eksik olmayan kızartma kokuları… Kardeşim ve abimle kim daha fazla patates kızartması yiyecek kavgası yapardık.

“BAĞIRA ÇAĞIRA ŞARKI SÖYLEYEREK OKULA GİDERDİM...”

Okula yürüyerek giderdim. Ali Sayar İlkokulu. Evimize 300-400 metre mesafede. Her gün okul yoluna çıktığımda tarihin ilk aydınlatılan caddesinde yürüdüğümü bilmeden çocukça kaygılarımı peşime takardım. Kimseye aldırmadan bağıra çağıra şarkı söyleyip de okula gittiğim olurdu. Hafta sonlarını koca bir boşluk ve can sıkıntısı ile tarif ettiğim zamanlar… Saatlerin hep yavaş ilerlediği, zamanın hızlı geçmesini istediğim yıllar… Çocukluk ile ergenliğimin iç içe geçtiği dönemden hatıralar beynimin derinliklerinden yüzeye çıkıyor, hipokampüs taraflarından, denizin dibinden yüzeye çıkar gibi…

AFFAN KAHVESİ...

Anıları fotoğraf kareleri şeklinde görüyorum. İlk kare Affan Kahvesi… Yaşım on dört, bilemediniz on beş, evden sadece “ben çıkıyorum” diyerek çıkabiliyorum.  Evimizin karşı çaprazında, 50 metre ileride meşhur Affan Kahvesi. Geceleri eve haytalı sipariş veriyoruz, Affan’ın meşhur tatlısı. Beyaz muhallebi, pembe gül suyu ve üstünde iki top dondurması… Şimdi de o tat yüzeye çıkıyor. Kahvenin karşısındaki yoldan yokuş aşağı gittiğimde Saray Caddesi’ne kilisenin önüne çıkıyorum. Kilisenin girişi bir diğer fotoğraf karesi… Birkaç basamak arkasında kilisenin gizemli kapısı… Kapı arkasında geniş bir avlu ve neredeyse Antakya’da her yerden görünen çan kulesi… Çan sesleri… Şimdi de sesler kulaklarımda, beynim bana oyunlar oynuyor. Güneşli bir cumartesi olarak hatırlıyorum.

ÇİFTE KAVRULMUŞ KAHVE VE KURUYEMİŞ KOKULARI...

Gözlerimi kapatınca anılar bu sefer de kokular şeklinde yüzeye çıkıyor. Çifte kavrulmuş kahve ve kuruyemiş kokuları… Kilisenin önünden geçip yavaş yavaş köprü başına doğru yol alırken dönercilerden karşı koyulmaz kokular geliyor burnuma. Yürümeye devam ediyorum lokantalardan gelen davetkâr yemek kokuları… Hayat yavaş akıyor, insanlar telaşsız, sakin… Koşturmaca hengâme yok. Yolda tanıdık birilerini görüp başımı hafifçe eğerek selam veriyorum. Yürümeye devam ediyorum; Ulu Cami yanında künefeciler… Kibarca davet ediyorlar, zor da olsa reddediyorum. Evden çok uzaklaşmıyorum. Ayakkabıcılar çarşısına giriyorum. Ağır deri kokusu burnumda. Kurşunlu Han’ı geçtikten sonra sola dönüyorum, humus, bakla ve ağır sarımsak kokularını da geride bırakarak babamın dükkânına giriyorum.

“KUMAŞ KATLA, MÜŞTERİLERİ KARŞILA...”

Manifatura, mefruşat… Burnumda kumaş kokusu. Arkadaşlar ile çıkmak için harçlık isteyeceğim. Babam harçlığı hemen vermiyor. “Emek harcamadan elde edemezsin,” diyerek hayat dersi vermeye çalışıyor ama hayat dersine zamanım yok. Ben bir an önce çıkmak istiyorum. Çıkmak mümkün olmuyor. Rafları düzelt, kumaş katla, dükkânın önünde müşterileri karşıla derken saatler geçiyor. Arkadaşlar ile buluşamamanın verdiği huzursuzluk içimde. Sonrasında Cihangir abinin Şam tatlısı ile gönlümü alıyor. Harçlığı veriyor bana ama akşam oluyor. Babam ile eve dönüyoruz.

Huzursuzluk diyordum ya, çocukça huzursuzluklar… Bazen daha şiddetli huzursuzluklar da yaşıyordum. Anksiyeteyi tetikliyordu… Huzursuzluk, altında değişik duygular saklıyordu. Pandora misali… Hemen kutudan çıkıyordu öfke, biraz utanç, azıcık isyan, yaşım kadar suçluluk, çokça korku. Bu duyguların köküne inmeye çalışıyordum.   Dillere pelesenk “medeniyetler beşiği Antakya” söyleminin aksine yaşadığım deneyimlerim nedeniyle bu duyguların yüzeye çıktığını düşünüyordum çünkü Antakya’da herkes, aslında, kendi mahallesinde izole yaşamlar sürerdi ve yaşamlarımız kesiştiğinde duyduklarım azınlık psikolojisini tetikleyecek cinsten cümlelerdi. Belki de bilinçaltımın bana bir oyunu.

ANTAKYA İLE İLGİLİ HİSLERİM...

Antakya ile ilgili hislerimi tarif etmeye çalışırsam; dönem dönem farklılık gösterdiğini görüyorum. Mesela bebeklikte anne babaya duyulan bağımlılık, sevgi ve hayranlık, bebeklik ve çocukluk yıllarından sonra kıskançlığa evrilip, ergenlikte aileye isyana dönüşüyor. Orta yaşta ise duygular, düşünceler olgunlaştıkça sevgi kalıyor geriye. Bu döngü sanırım Antakya ile ilgili duygularımı da birebir tarif ediyor. Şimdi oraya karşı sevgi ve aidiyet hissi var içimde. Tek sorun, ait olduğum yerin fiziksel olarak var olmaması.

“BU ŞEHRİ TADAN HERKES TARTIŞMASIZ ANTAKYALI’DIR...”

2024 Şubat ayında büyük deprem felaketin üzerinden tam bir yıl geçmiş oldu. Bu sefer gerçekten Kurtuluş yok ve maalesef hiçbirimiz kalmadık… Asırlardır var olan bu şehir, yıkıntılar arasından ayağa kalkmaya çalışırken kendimi sorguluyorum. Bu sırada elimde bir kitap, İzel Rozental Ergenlik Sivilceleri… Kendimden de bir şeyler bulduğum bir paragraf gözüme takılıyor. Mişu ile Güney Afrikalı kız arkadaşı Amy arasında geçen bir diyalog. Aynen şöyle: “Biliyor musun? Küçükken kendimi gerçek İstanbullu, bu sokakları ise ailemin malı sanırdım, meğer biz aslen İstanbullu bile değilmişiz,” diye itiraf etti Mişu safça. Güney Afrikalı kız arkadaşı Amy’nin bilgece yanıtını ise ömrü boyunca unutmadı: “Küçükken daha akıllıymışsın! İstanbul senin kentin, sizin kentiniz… ama benim de! Tek fark, ben birkaç günlüğüne buralardan geçip gidiyorum, sen ise sadece bir yüzyıldan az kalıp gideceksin… Bu şehir asırlardır var! Olmayı da sürdürecek… İstanbul’u birazcık olsun yaşayan, O’nu seven herkes tartışmasız İstanbulludur.”

Antakya için de şunu söyleyebilirim: “Bu şehri tadan, bu şehri koklayan, bu şehri duyan, hatta bu şehri anılarında yaşatan herkes tartışmasız Antakyalıdır.”

“DEPREMDE ANTAKYASIZ KALDIM...”

Bir saniye…

Tartışmasız Antakyalı mıdır? Son birkaç aydır kafam çok karışık. Susarsam mı Antakyalıyım? Konuşursam mı? Bir saksı bitkisi gibi yaşayıp buralara kök salamamak mı ya da köklerimi toprakla buluşturup sıkı sıkıya bağlanıp burada mücadele vermek mi? Fikirlerimi söylersem sıra bana da gelir mi? İşin içinden çıkamıyorum. Ama ben Antakyalıyım. Orada doğdum, büyüdüm, okudum, arkadaşlıklar kurdum, âşık oldum, güldüm, ağladım ve depremde Antakyalı olarak Antakyasız kaldım… Gerçekten sadece depremle mi? Aklımda deli sorular var ve sanırım demem o ki bu topraklarda yüzlerce yıl yaşayıp böyle hissetmek gücüme gidiyor.

(AVLAREMOZ – Yakup CEMEL – 22.2.2024)