Kıbrıslı ünlü yazar Vivian Avramidu Plumbis, halen Prag’ta hayatını sürdürüyor ancak kalbi burada, Kıbrıs’ta atıyor…
Geçtiğimiz haftalarda Maraş’ın bazı yollarının açılmasıyla birlikte sosyal medyaya düşen fotoğraflara bakarak, Maraş’ın insani yüzü ve 46 yıl sonra ortaya çıkan tabloyla birlikte kırılan kalpleri yazdı…
Çeşitli fotoğraflar için Rumca olarak kaleme aldığı yazılarını, ricamız üzerine İngilizce’ye çevirdi – biz de değerli arkadaşımız Vivian’ın yazdıklarını okurlarımız için Türkçeleştirdik…
Kendisine yazılarını bizim için Rumca’dan İngilizce’ye çevirdiği için çok teşekkür ediyoruz…
vıvıan avraamıdu plumbis
“Bayan Tasulla’nın güzelim kapıları…”
“Buradaki kapılar… İlk ve en iyisi… (“herkesten önce birinci” manasında)…
Artık herşeyi gördün Bayan Tasulla… İlk ve en iyisi… Hep böyle demez miydin? “Maraş açılınca ilk ben gideceğim, en iyi ben gideceğim…” Kim böyle olacağını düşünebilirdi ki… Kim düşünebilirdi bize simsiyah bir halı yazacaklarını ve saksılarda tek bir çiçek açmamış hüzünlü yeşil bitkiler koyacaklarını…
İlk ve en iyisi… Evin – çeyizindi bu ev – şehrin kalbinin attığı yerde konuşlanmıştı… Bayan Tasulla biliyor musun? Evinin kapısının bu kadar güzel olduğunu bilmiyordum… Belki de her zaman bu kapılar açık olduğu içindi bu; alışverişe gitmiş kız arkadaşlarının kısaca durmaları, balkonunda kahve içmeleri, Klios ninenin ellriyle yaptığı turunç macunu yemeleri için açık dururdu kapı… Aynı balkondan gürültülü sabahlarda tüm şehri izleyebilirdin… Ve daha sonra, ikindi vakti, okullar kapandığında, gençlerin yokuş aşağı kafeteryalarda sevgilileriyle buluşmaya gittiklerini görebilirdin… Bunlar milli bayramlarda, özgür bir gökyüzü olduğunu düşündüğümüz gökyüzünde bayraklar ve pankartlar dalgalandırdıklarında gördüğün aynı gençlerdi… Ancak heyhat, aynı noktadan, birkaç metre uzaklıktaki sinemanın altında toplanarak fanatik biçimde gösteriler yaptıklarını da görüyordun… Ve sonra akşam çöküyordu, böylece balkondan baktığın görüntü değişiyordu, kentin ışıkları hafifçe yanmaya başlıyordu, sevgili çiftlerin Hacıhambi sinemasının kemerleri altından süzülerek, büyük posterlerin çekimine kapılarak iki saatlik bir düşlem seyahatine çıktıklarını görebiliyordun…
Tüm şehrin merkezi, senin evindi Bayan Tasulla. Bizim için merkezdi, çocuklarının arkadaşları olan bizler için… İşte o nedenle her zaman hayat doluydu… Sesler, neşe ve şarkılar, ve arada bir de genç Klio’nun ağlaması, hep aynı kabusu görüp bu kabustan kaçmaya çalışırken uyanması; bize tüm gece boyunca bazı cümlelerin peşini bırakmayıp onu kovaladığını anlatıyordu…
İşte şimdi herşeyi gördün Bayan Tasulla. Ben de gördüm, tüm dünya da gördük, evinin iki güzel yeşil kapısını… Bu kez kilitlenmişler… Ve eğer birisi kulağını bu kapılara dayayacak olursa, ne kahkaha, ne de neşenin sesini duyabilecek… Genç Klio’nun ağlamalarını bile duyamayacak… Neden… biliyor musun Bayan Tasulla? Klio’yu biliyor musun? Herşey değişti… Evet, cümleler bile değişti… Büyük bir isimin biçimine dönüştüler… Ona İHANET diyorlar…”
“Edelweiss…”
“Burada bir milk-shake üç şilin ve üç kuruş idi, Serrano çikolatalı pastası ise yirmi iki kuruş idi… Yalnızca kızlar için; erkekler sularıyla birlikte üç su ısmarlamakta zorluk çekmiyorlardı… Garson Stavros, her zaman memnuniyetle bizlere bol bol su ve rahat edeceğimiz bir ortam ikram ediyordu!
Kışta ya da yazda, her zaman içeriye tıkılmıştık… Annelerimizin bu pastanenin önünde geçeceğinden korktuğumuzdan değil, hayır! Onlar herşeyden haberdardı… Herşeyi biliyorlardı… Herşeyi hissediyorlar ve anlıyorlardı… Onlar açısından her zaman bir tolerans vardı, tomurcuklanan gençliğe yönelik bir tolerans… Burada saklanmamızın nedeni farklıydı; paslı bir beyin sahibinin gözüne yakalanmak istemiyorduk ve böylece annelerimizi utandırmak istemiyorduk…
Kızlar ve erkekler, birbirinin etrafındaydı… Sanki de bir malikanenin balo salonundaydık, masalar arasında dolaşıyorduk, sürekli grup değiştiriyorduk, sanki de kendi hayatlarımızla flört ederek dansediyorduk…
Bir de genç sevgili çiftler vardı… Onlar koltuklarda yanyana oturuyorlardı, birbirine sokuluyorlardı, oğlanın budu kızınkine yapışmış vaziyette, aynı milkshake’I paylaşıyorlardı, güneş batıncaya kadar… Kimileri sahilde hızlı bir yürüyüşe çıkıyordu ancak hemen geri dönüyorlardı, büyük grubun ardına sığınmayı güvence altına almak için böyle yapıyorlardı…
Dışarıda, kaldırımda, köşe başında, bisikletlerimiz bir yamalı bohçayı andırır biçimde birbirleri üzerine yığılmış vaziyette bizleri gün batarken eve taşımayı bekliyorlardı – eve dönerken yükümüz iki kat ağır olurdu çünkü neşemiz ve keyfimiz o kadar ağırdı.
Edelweiss’ın hiç kokusu olmadığını kim söylemiş? Bizim takıldığımız Edelweiss, ilk karşılaşmalarımızı, ilk sevinçlerimizi, ilk gençliğimizin kokusunu taşıyordu, tıpkı taptaze kesilen yasemin kokusu gibi…
Milkshake üç şilin ve üç kuruştu. Üç kuruş, vergi içindi… Geri almamız gereken öteki vergi, kaybolmuş hayatlarımız için ödenmesi gereken vergiye gelince, hikayemizin sonuna yaklaştığımıza göre şimdi anlıyoruz ki bu vergiyi asla geri alamayacağız…”
“Bir oyuncakçı dükkanı… Ve tecavüz…”
“Önce ezilmiş tuğlaları görüyorsunuz yalnızca… Bir dükkanın yanındaki öteki dükkanı görürsünüz ve sanki tümü de aynıymış gibi gelir size… Ancak yavaş yavaş gözünüz bu görüntüyü ayırdetmeye başlar… Küçük ayrıntıları ayırdetmeye başlarsınız: Bir ayakkabının topuğu, bir kitabın kalın kapağı, bir mobilyanın çekmecesi ve aynı zamanda yıkım ve terkedilmişliğin bulanık renklerinden başka herhangi bir rengin farkını da ayırdetmeye başlarsınız.
Kapı ile vitrin arasındaki küçük bir boşluğa sıkışmış bir pennadan artakalanların fotoğrafını çekmeye çalışırken, bunu düşünüyordum… Daha iyi görmek için eğildiğimde, mağazanın ortasındaki tek tahta raf boşluğunun altındaki mavimsi objeye takılmıştı gözüm. Yaklaşıp mobilyayı yavaşça ittim. Yerde açık mavi renkli küçük bir plastik ayakkabı duruyordu. Bir çocukken sahip olduğum Amanda Jane adlı favori bebeğimin minik ayakkabısıydı bu… Gömleğime onun tozunu sildim ve gözyaşlarımla yıkadım bu küçük ayakkabıyı ve derhal elimde bir mücevher gibi parlamaya başladı… Avucumda bu küçük ayakkabıyı o kadar sıkmışım ki, tırnaklarım kendi etime batmıştı ve beni acıtıyordu… Hıçkırıklarım bu mağazayı doldurdu, duvarlara çarptı, geri döndü, yukarıya, tavanarasına tırmandı, tavanarasında kağıtları ve siparişleri üzerine eğilmiş olan mağaza sahibine ulaştı – bana doğru üzgün bir yüzle döndü mağaza sahibi… Hıçkırıklarım artarken, düzinelerce başka Amanda Jane’lerin ruhlarını uyandırdı bu hıçkırıklar… Bunlar, işgalci tarafından tecavüze uğramış, kaçırılmış, bizim bilmediğimiz yabancı yerlerde kayıp olmuşlardı… Ve şimdi de onların ağlaması, şortları içinde Subbuteo oyuncak oğlan çocuklarını uyandırmıştı… Tümü de, gençliğimizin kızları ve oğlanları, bu mağazada ve Dimoratias (Demokrasi) Caddesi’nin tümünde üzüntülerinin özgürce duyulması için serbest bıraktılar, tüm şehirde ve tüm Kıbrıs’ta ve tüm dünyada duyulsun diye bu hüzün…
Kalbim çarpıyordu. Avucumu açtım… Kanım, küçük ayakkabının mavi rengine bulaşmış ve onu mor renge dönüştürmüştü… Amanda Jane’in ayakkabıcığı, yas rengine bürünmüştü ve kalbim favori oyuncakçı dükkanının döşemesinde binlerce parçaya ayrılmıştı…
Tekrar sokağa çıktığımda, başımı çevirip mağazanın pencerelerine baktım… Buraya müdahale edenlere karşı mülkleri marke edercesine büyük bir reklam panosu ısrarla orada durmaktaydı… Üzerinde yazılanlar da çok netti: Panos E. Panayiotopulos…”
DEVAM EDECEK