Maraş’ta Percana katliamında öldürülmekten kurtarılanlar konuşuyor... (4)

Sevgül Uludağ

Filippos Yabanis (Philippos Yiapanis) bir sanatçı, bir heykeltraş, bir ressam, bir şair... Duygularını heykellerle ifade ediyor en çok ama bol bol şiir de yazıyor Kıbrıs Rumcası’yla... Bunlar, önümüzdeki dönem bir kitaba dönüşecek diye düşünüyor...

Filippos Yabanis, o meşum günde, Percana’nın Bahçaları’nda öldürülmeyi beklerken ve tam da kendisine ve içinde bulunduğu on kişilik gruba sıra gelmişken, Türkiyeli bir subay oraya gelmiş, Percana’nın Bahçaları’nda katliamı gerçekleştiren Kıbrıslıtürk ve Türk askerlerini dövmeye başlamış, bir emirle bu katliamları durdurmuştu... Bu Türkiyeli subayın E...A... olduğunu birkaç Mağusalı’dan dinledim... Yani Filippos Yabanis’in ve Percana’nın Bahçaları’nda öldürülmeyi bekleyen çaresiz insanların hayatlarını kurtaran şahıs, E... A... imiş ve tanık olmuş olduğu katliamı, yıllar içerisinde atlatması gerçekten zor olmuş...

Çok değerli bir arkadaşım bir gece onun Ankara’daki evinde kalmış misafir olarak – E... A...’nın eşi onları uyarmış: Geceleyin çığlıklar duyarsanız ürkmeyin, tanık olduğu o katliamdan ötürü kabuslar görüyor...

E... A... adlı bu Türkiyeli subay şu anda hayatta değil... Filippos Yabanis’in ve beraberindekilerin hayatını kurtarmış olduğu kuvvetle muhtemel olan E... A... hayatta değil ama Fillippos, onun ailesine teşekkür ediyor ve evlatlarına “Babanız gerçek bir insandı” demek istiyor... İnsaniyeti herşeyin üstünde tutan, masum sivillerin katledilmesini engelleyen bu Türkiyeli subay, hayatta olmasa dahi, Filippos Yabanis onun bu insaniyetinin bilinmesini, duyulmasını istiyor...

Aslında bu konuda Filippos Yabanis’le ilk yazışmamız yıllar önce olmuştu – bir sosyal medya grubunda bu Türkiyeli subayı bulup ona teşekkür etmek istediğini yazmıştı... Bunun üzerine o grupta olanlar, “Sevgül Uludağ onu sana bulabilir” diyerek beni de etiketlemişlerdi... Onunla yazışmıştık ve ona, kendisinin hayatını kurtaran subayın E... A... olmasının çok büyük bir olasılık olduğunu fakat bu adamın vefat ettiğini söylemiştim... Bir röportaj yapmak istediğimi de kendisiyle... Ancak koşullar elvermemiş ve Filippos Yabanis’le buluşamamış, röportaj yapamamıştık... Yaşadığı yer, Leymosun’un üstündeki Fasulla köyüydü... Baf’ta da bir Fasulla vardı fakat bu Leymosun Fasullası idi... Araya pandemi dönemi de girmişti ki o dönem kolay kolay hareket edemiyorduk, hatta barikatlar bile kapanmıştı...

Nihayet, çok değerli arkadaşımız Fotos Kuzubis, Londra’dan Kıbrıs’a geldikten sonra bu röportajı ayarladı ve canyoldaşım Zeki Erkut’la beni Lidra Palas barikatından alarak Fasulla’ya, Filippos Yabanis’in “Art Nest” yani “Sanat Yuvası” diye adlandırdığı açık hava heykel müzesine götürdü... Filippos Yabanis, buraya “Mikri (Küçük) Salamina Heykel Parkı” adını vermiş, Salamis’teki antik tiyatronun bir minyatürünü de parka yaptırmış – böylece burada da güzel etkinlikler yapılabiliyor...

Bu olağanüstü yeri, bir tepenin üstünde kendi elleriyle inşa etmişti Filippos Yabanis, binbir zahmetle ve köylülerin kendisine hiç de sıcak bakmayışına rağmen... Filistinli bir arkadaşı ona 200 bin Euro bağışta bulunmuştu bu müzeyi inşa etsin diye... Olağanüstü bir bina ve bahçe düzeni yaratmıştı... Binanın içerisinde Filippos’un atölyesi vardı, üst katlar müzeydi ve en üst katta ise Filippos ve sevgili eşi Maria Yabanis yaşıyordu... Kesintisiz bir manzara vardı en üst kattan...

Filippos, Kıbrıs Radyo Yayın Kurumu RİK’ten yapılan ve Maraşlı Kıbrıslırumlar’ın “Evlerine dönmelerini” isteyen yayını duyduğu için Percana’nın Bahçaları’ndaydı ailesiyle birlikte... Henüz 17 yaşında bir gençti... Tarih 17 Ağustos 1974’tü... RİK’in çağrısını duyan Kıbrıslırum Maraşlılar, bulabildikleri her türlü araçla Maraş’a dönmeye çalışmışlar ve doğrudan bir tuzağın içine düşmüşlerdi... Bulundukları araçlardan indirilerek yürütülmüşler, Percana’nın Bahçaları’na götürülmüşlerdi... Burada erkekler ve kadınlar ile çocuklar birbirlerinden ayrı yerlere oturtulmuş, erkekler onar kişilik halkalar halinde yere oturtulmuştu... Onar kişilik gruplar teker teker alınıp, ileriye bir yere götürülüyordu ve geri dönmüyorlardı... Bunlar öldürülüyordu... Ve hala “kayıp”tırlar...

Filippos “Silah sesi duymadım” diyordu ama belki de yaşadığı şoklardan ötürü herhangi bir şey duymuyordu – bunu ancak bu grupları öldürenler bilebilir... Maraş’taki evlerine dönmeye çalışan, esir alınan bu sivil, silahsız, masum Kıbrıslırumlar’ı Percana’nın Bahçaları’nda öldürenler arasında Mağusalılar’ın çok iyi bildiği isimler vardır: Bunlardan birisi “büyük milliyetçi” pozlarında ortalıkta dolandı durdu – öldürmekle kalmadı, bazı Kıbrıslırum kadınlara da tecavüz etti Maraş’ta... Yıllar sonra bir Kıbrıslırum kadının gelip ona “Sen benim babamsın, anneme tecavüz ettiydin” dediği de anlatılıyor... Kıbrıslırum kadınlara nasıl tecavüz ettiğini, Kıbrıslırumları nasıl öldürdüğünü çevresine övüne övüne anlatan bu adam anlatılanlara göre aslında kendisi de bir tecavüz kurbanıydı... Mağusalılar’ın anlattıklarına göre aile içi “ensest” ilişkiler sonucunda dünyaya gelmişti... Ailesi içindeki bu “sakatlık” mı onu insanlıktan çıkarmıştı yoksa zaten insanlıktan çıkmaya meyilli birisi miydi? Bu soruların yanıtını bilemiyoruz... Tek bildiğimiz bu sayfalarda “kayıplar”la ilgili yazdıklarımızdan ötürü senelerce bizi tehdit ettiği, hakkımızda pislik kampanyası yürüttüğü ve tüm ilericilere, barışseverlere karşı büyük bir kin ve nefret duygusuyla hep tehditler savurduğuydu... “Yetiştirdiği” grupçukları da aynı nefreti barındırıp büyütmekle görevlendirmişti. Nitekim bu “grupçuklar” da onun “himayesi” altında ilerici gençlere karşı “eylem” yapıyor ve abuk subuk pankartlar açıyorlardı... Bu “büyük milliyetçi”nin işlediği savaş suçları yanına kaldı – tıpkı diğer savaş suçluları gibi, ister kuzeyde, ister güneyde olsunlar, “derin devlet”in koruması altında yaşadı... İster Kıbrıslıtürk, ister Kıbrıslırum olsunlar, bu savaş suçluları, masum sivilleri öldürmüş olan bu faşistler, her daim kendi taraflarının “koruması” altında yaşadılar ve hiçbir zaman yaptıkları için hesap vermediler, yargılanmadılar, kimse onlara “Nedir be yaptığın?” demedi...

Percana’nın Bahçaları’nda insanları öldüren bu savaş suçlusu, kötü bir hastalıktan muzdarip olarak inileye inileye öldü, gitti... Geride kendisine çok kötü bir isim bıraktı... Türkiyeli subay, o katliamı durdurmamış olmasaydı, daha pek çok kişiyi, büyük olasılık Filippos Yabanis’i de öldürecekti orada... Sonrasında kanlı giysileriyle Mağusa Türk Gücü’ne gitmişti ve oradakiler “Aman bizi da mı öldürmeye geldin be!” demişler, onun kanlı görüntüsünden ürkmüşlerdi... Oysa Percana’nın Bahçaları’ndaki katliamı gerçekleştiren bir diğer Kıbrıslıtürk, ondan daha “akıllı” çıkmış ve giysilerini çıkararak anadan doğma kalmıştı – maksat, giysilerine kan sıçramasındı... Anlatılanlara göre Türkiyeli subay E... A... işte onları böyle görmüştü, birisi anadan doğma, kan içinde... Diğerinin giysileri kana bulanmış, Percana’nın Bahçaları’nda katliam yapıyorlardı...

Filippos Yabanis ve beraberindekiler bu katliamdan kurtarıldı kurtarılmasına ama “Keşke ölseydim” diye konuşuyor bana... “Keşke bıraksaydı o subay, öldürselerdi beni de...”

“Neden Filippos?” diyorum...

“Çünkü 48 senedir ben geceleri hiç uyuyamam... Uyumam...” diyor...

Acıları, yaşadıkları, gördükleri hala taptaze ve o yaraları başka insanlar da bunları yaşamasın diye taze tutmak istiyor, bunları heykele, şiire, resime döküyor... Heykellerini çok dikkatli biçimde incelediğinizde, yaşadıklarını birer sembole dönüştürüp heykellerine yansıttığını görebilirsiniz...

Percana’nın Bahçaları’nda öldürülmeyi beklerken, Türkiyeli bir subay tarafından hayatı kurtarılan Filippos Yabanis’le röportajımız şöyle:

SORU: Buraya geldiğimiz zaman bana güneşi istediğinizi, güneşten sizi koruyacak bir şemsiye istemediğinizi, güneşi hissettmek istediğinizi anlattınız. Yağmuru istediğinizi, yağmurun yaranızı temizlemesini istediğinizi anlattınız... Fakat yaranın ve acının orada kalmasını istediğinizi söylediniz.

Neden yarayı ve acıyı orada bırakmak istiyorsunuz?

FİLİPPOS YABANİS: Çünkü acıdır insanı insan yapan... Benim başımdan geçenlerin dünyada herhangi birinin başından geçmesini istemem...

SORU: Kaç yaşındasın Filippos?

FİLİPPOS YABANİS: 66 yaşındayım...

SORU: Maraş’ta mı dünyaya geldiydin?

FİLİPPOS YABANİS: Maraş’ta evet.

SORU: Aileniz Maraş’tan mıydı yoksa başka bir yerde mi gelip Maraş’a yerleşmişlerdi?

FİLİPPOS YABANİS: Babamın ailesi, Mağusa’nın içindendir. Maraş’tan yani...

SORU: Mağusa surlariçinden değil yani, Maraş’tan...

FİLİPPOS YABANİS: Maraş’tan... Önce Hrisi Ahti’deydiler, “Golden Sand” yani “Altın Kum” bölgesindendi babamın ailesi. Ancak deniz içlere doğru gelince oradaki portokal ağaçları ölmeye başlamıştı, bu nedenle mallarını sattılar oradan ve Ayia Paraskevi bölgesine yerleştiler Maraş’ın. Ayia Paraskevi mezarlığının yanındaydı ailemin arazisi... Annem ise Stilli köyündendir...

SORU: Oradan bazı “kayıplar”ımız vardır, gittim Stilli’ye, şimdiki adı “Mutluyaka”...

FİLİPPOS YABANİS: Babamın ailesi çok eski bir ailedir – Maraş’ta henüz birkaç aile varken, babamın ailesi de bunlar arasındaydı... Babamın adı Dakis yani Hrisdagis. Dakis Yabanis... Annemin adı ise Despina Bulli...

SORU: Siz kaç kardeşsiniz?

FİLİPPOS YABANİS: İki kızkardeşim vardır. Ben ortanca çocuğum. Benden üç yaş büyük bir ablam vardır, bir de benden üç yaş küçük kızkardeşim vardır.

SORU: Erkek kardeşiniz yoktur...

FİLİPPOS YABANİS: Yoktur... Bilmem, babam belki başka çocuk ettiysa!

SORU: Babanızın işi neydi Filippos?

FİLİPPOS YABANİS: Maraş’ta portokal bahçelerimiz varıdı... Ancak babamın gençliği çok kötü geçtiydi... Nenem hamileyken havuza gittiydi, urubaları havuzda yıkamaya gittiydi... Havuza düşüp boğulduydu, vefat ettiydi... Babam ise çocukların en büyüğüydü... Ve böylece ailesine bakmak durumunda kaldıydı...

Eskilerde ki sizde da öyleydi ekmeği dama yakın dutarlardı, sıçanlar yemesin diye, tel dolapcığın içinde... Küçük kardeşlerinden biri masayı çekip tırmanarak üstüne bir sandaliye koydu, ekmek almaya çalışmaktaydı çünkü acıktıydı... Kızkardeşlerinden biri “Aha babam geliyor” deyinca çok korktuydu bu küçük kardeş, inmeye çalışırken aşağıya düştü ve öldüydü... Ve babam küçük kardeşini ölü olarak bulduydu...

SORU: Anneniz de portokal bahçelerinizde mi çalışıyordu?

FİLİPPOS YABANİS: Evet ama annem zamanının çoğunu evde geçiriyordu, yalnızca portokalları kesme zamanı bahçemizde işlerdi annem...

SORU: Maraş portokallarıyla meşhurdu, hatta Omorfo’dan bile daha da meşhurdu...

FİLİPPOS YABANİS: Evet, Maraş’tan sonra gelirdi Omorfo...

SORU: Yani Maraş’tan sonra gelirdi Omorfo... Maraş’ta portokal festivallerinin fotoğraflarını gördüm...

FİLİPPOS YABANİS: Evet... Bu portokal festivali boyunca okulların her biri, geçit töreni için kendi araçlarını hazırlarlar, donatırlardı.  Ve bu, okullar arasında büyük bir yarışmaydı... Tüm bu “armada”lar futbol stadyumuna giderdi festival günü ve resmi geçit olurdu ve kazananlara ödülleri verilirdi yarışma sonucunda... Tüm okullar da bu yarışmaya katılırdı kendi donattıkları “armada”larla... Haziran’da olurdu bu yarışma...

SORU: Maraş’taki tüm o portokalları ihraç mı ederlerdi?

FİLİPPOS YABANİS: Evet, ihraç ederlerdi... Çoğunu ihraç ederlerdi... Çoğunu İngiltere’ye ihraç ederlerdi. Portokalları kontrol etmeye giden şahıslara “Baraliptis” denirdi, bu bir meslek tanımıydı... İki şekilde yapardı bunu “Baralipti” denen şahıs – mesela gidip ağaçlara bakardı ve derdi ki “Sana bu portokallar için 5 bin lira ödeyebilirim”.

Veya diğer şekil ise şöyle olurdu: Portokallar toplanırdı ve beş beş sayılırdı, beş, on diye, 100 portokal olduğunda “Dalya” denirdi... Böylece kağıda bir çizgi çizilirdi, 100 portokal için ve saymaya devam edilirdi.

Tahta kasalara konacak portokalları kontrol eden adam bakardı, portokallar güzel olmalıydı, küçük olmamalıydı, işte bu adama “Baraliptis” denirdi... Babam da işte bu işi yapardı, “Baralipti” idi babam... Kalite kontrolü yapardı ihraç edilecek portokallar için...

Bazan babam Omorfo’ya da giderdi ve orada iki hafta, üç hafta kalırdı... Orada da ağaçları, portokalları kontrol ederdi...


Filippos Yabanis, heykellerinden biriyle...

(Devam edecek)