Maraş’ta Percana katliamında öldürülmekten kurtarılanlar konuşuyor... (7)

Sevgül Uludağ

Percana’nın Bahçaları’nda öldürülmeyi beklerken, Türkiyeli bir subay tarafından hayatı kurtarılan Filippos Yabanis’le röportajımızın devamı şöyle:

SORU: Percana’nın bahçalarında ne kadar süre kaldıydınız?

FİLİPPOS YABANİS: Bakınız, bu bölgede insanları ayırmışlardı... Çocuklar ve kadınları bir yere toplamışlardı, bazı yaşlılara “Siz gidiniz” demişlerdi...

Bizleri ise yere oturtmuşlardı, halka şeklinde, ben ve on kişi daha bir halka oluşturmuştuk yerde. Başımızda da Kıbrıslıtürk ve Türk askerleri vardı...

Bu şekilde halkalar halinde yere oturtulmuş olan bazılarını alıp uzağa bir yere götürüyorlardı... Şurada bir grup vardı, halka şeklinde oturan, orada da vardı, şurada da vardı... Yaklaşık onar kişilik halkalardı bunlar yere oturtulmuş.  İşte geliyorlar ve şuradaki halka ayağa kalksın diyorlardı, alıp götürüyorlardı o halkada oturan kişileri, bunlar yaklaşık onar kişilik halkalardı...

SORU: Yani bir grup halkayı yerden kaldırıyorlar ve uzağa götürüyorlardı...

FİLİPPOS YABANİS: Evet... Göremiyorduk ama onları götürdükleri yeri...

SORU: Herhangi bir silah sesi duyuyor muydunuz?

FİLİPPOS YABANİS: İşte sorun da buydu ya... Ben hiç ateş ettiklerini duymadım... Aradan çok sene geçti elbette... Ama ben hiç silah sesi duymadım orada... Ve bu insanlar hala “kayıp”tır – hiçbir zaman bulunmadılar... Bu insanlar nerededir? Hiçbir zaman bulunamadılar...

Sıra bizi götürmeye geldiğinde ve bu arada sürekli bize vuruyorlardı tüfekleriyle – bu benim için çok önemlidir, bir yüzüğüm vardı...

Öğrenciyken, yaz tatillerinde halamın bahçalarında çalışmıştım... Ve halama “Eğer gelip da ağaçları sulayacaksam, bahçada çalışacaksam, o zaman bana işçilere verdiğin ücreti vermelisin” demiştim. “Sırf öğrenci olduğum için, bana işçilerden daha az para verme lütfen ha” demiştim halama. “Eğer bir hafta içinde onların yaptığı kadar iş yapmazsam, o zaman ücretimden kesersin” dediydim halama. “Ama aynı miktarda iş yapıyorsam, aynı ücreti ödemen lazım bana” dediydim.

Halamın bir işçisi vardı, motor kazası geçirip vefat ettiydi... Ben de onun yerine gittiydim işe...

SORU: Halanızın adı neydi?

FİLİPPOS YABANİS: Lella’ydı adı. Ve halamlar bana 60 Kıbrıs Lirası ödemişlerdi çalışmam karşılığı... Haftada 15 lira ödemiş oluyorlardı bana. O dönemde bu çok büyük paraydı... Ve ben de bir kuyumcu dükkanına giderek kendime bir yüzük satın almıştım.

SORU: Altın bir yüzük müydü bu?

FİLİPPOS YABANİS: Evet, altın bir yüzüktü, mavi taşlı altın bir yüzüktü... Ve bu yüzük için 12 Kıbrıs Lirası ödemiştim. O dönemde, bu büyük paraydı... 

Orada, o çemberde otururken, kendi kendime “Malaga!” dedim, (“Aptal!” – SU.) “Tam bir hafta işledin bu yüzüğü satın alasın diye!”

Ve parmağımdan çıkardım yüzüğü, oturduğum yerde toprağa gömdüm o mavi taşlı, altın yüzüğü... Çünkü tam bir hafta işlediydim bu yüzüğü satın alabilmek için! Ve bu yüzük hala orada olmalıdır... Oradadır bu yüzük, toprağa gömülü vaziyette...

Halka şeklinde oturduğumuz bizim gruba ayağa kalkmamız emredildiği zaman, yaşlı insanlara da “Siz gidiniz” denmişti, aralarında babam ve amcam da vardı... Ve yıllar geçtikçe daha çok düşünüyorum, babam neler hissetmişti o anda diye... Çünkü babam beni, oğlunu orada bırakıp gidiyordu. Ve ben hiçbir babanın, babamın yaşamak zorunda kaldığı bu deneyimden geçmesini istemiyorum...  Bir yandan mutluyum ki babam oradan ayrılabildi amcamla birlikte ve hayatta kalabildi ve annemle birlikte ailenin hayatta kalabilmesini sağladı... Ama öbür yandan hiçbir babanın bu deneyimi yaşamasını istemem... Bunu son bir yıl içerisinde düşünmeye başladım çünkü “Bir baba neler hisseder evladını orada bırakıp gittiğinde?” diye düşünmeye başladım, benim de bir evladım var çünkü... Benim de bir oğlum var şimdi... Benim başıma gelseydi bu, neler hissederdim?

Bize “Hade ayağa kalkın” dediklerinde, bir subay gelmişti oraya... Onu görenler, derhal hazırola geçmişti...

Kemerini çıkarmıştı bu subay, kalın ve bronz bir kemerdi bu ve bu kemerle oradaki askerlere vurmaya başlamıştı... Vuruyordu, kimse kıpırdamıyordu, onun vurduğu askerlerin kanları akıyordu... Ve böylece insanları alıp uzağa götürmelerini durdurmuştu bu subay...

Benim fikrimi değiştiren bu adamdı, üç diğer insanla birlikte ve diyorum ki insanlığın dini yoktur, rengi yoktur, ülkesi yoktur... İşte bu nedenle soruyordum hatırlıyorsan, bu subay hayatta mıdır, bunu soruyordum...

SORU: Sanırım “Ammohusto” grubundaydı bu (“Mağusa/Maraş Grubu”) ve birileri de size “Sevgül Uludağ’a sor bu adamı, o bulur kendini” gibisinden bir şey yazdıydı, beni da etiketleyerek ve gördüydüm bu yazılanları... Ve size yanıt yazdıydım...

FİLİPPOS YABANİS: Eğer bu subay hayattaysa, ben Türkiye’de onu ziyaret etmek isterim. Çünkü benim için büyük bir sorudur bu: Neden benim hayatımı kurtardı bu adam?

SORU: Hayatınızı kurtaran bu adam vefat etti bildiğim kadarıyla, adı da E.. A... idi... Ankara’da yaşıyordu bu subay... Benim çok yakın arkadaşlarımdan birisi Türkiye’yi ziyaret ettikleri esnada, bir gece E... A...’nın evinde kalmışlardı davet üzerine. Onu Kıbrıs’ta tanımışlardı ve sonra da Türkiye’de iken ziyaretine gitmişler ve daveti üzerine de evinde kalmışlardı bir gece... Ve bu subayın eşi onlara şöyle demişti: “Bu gece burada kalacaksınız... Eğer geceleyin çığlıklar, ağlamalar, bağırmalar duyarsanız, korkmayınız...” Çünkü Percana’nın bahçalarında tanık olduğu katliam onu şoke etmişti ve hiçbir zaman bunu atlatamamıştı adam... Ve adam, her gece kabuslar görüyordu bununla ilgili...

FİLİPPOS YABANİS: Bana bunları anlattığın için çok teşekkür ediyorum sana...

SORU: Bak tüylerim diken diken oldu, bunları sana anlatırken...

FİLİPPOS YABANİS: Benim da öyle oldu... Benim için esas soru budur: Neden benim ve diğerlerinin hayatını kurtardı bu adam? Neden? Belki ölmem daha iyi olurdu, belki birisi beni öldürseydi, daha iyi olurdu!

SORU: Neden?

FİLİPPOS YABANİS: Neden mi? Çünkü kimse bilmez ki ben geceleri uyur muyum... Herkes “Ne var, işte esirdin” der... Ama o yaşta benim gördüklerim ve yaşadıklarım, bana ve başkalarının yaşadıkları geçmez yani... Ve pek çok kereler derim bunu: Keşke öldürselerdi beni... Çünkü tam 48 yıldır ben geceleri hiç uyumam... Geceleri uyumam! Bazı insanlar, “Delilik bu!” der. Ve ben barıştan söz ettiğimde, insanlar güler!... Savaştan söz ederler... Savaş nedir, başka insanları öldürmek midir?

Bir arkadaşım, Kıbrıs Türk tarafından bir kimlik kartı edinerek kuzeyde yaşamak ister, ona derim ki “Sakın yapma bunu çünkü fanatikler bir şey olursa senin insan olduğunu düşünmeden seni öldürürler”... Her iki tarafta durum böyledir...

Benim hayatımı kurtaran Türkiyeli subayın eğer kızı veya oğlu varsa, ailesi varsa, onlara şu mesajı iletmelisin: Babalarıyla gurur duysunlar, ailesi onunla gurur duymalıdır... Eğer mümkünse, onlarla iletişime geçmek isterim... Ve onlara bizzat, “Babanızla gurur duymalısınız” demek isterim...

FOTOS KUZUBİS: Tabii, elbette bunu kabul ederlerse...

SORU: Tabii ya! Pek çok Kıbrıslırum’un hayatını kurtaran bir Kıbrıslıtürk vardı, vefat etti bu adam. Ben onun kim olduğunu buldum. “G...” idi lakabı bu adamın. Askerdi ve kendi askerlerine karşı çok sert olduğu için bu Kıbrıslıtürk, ona “G...” lakabı taktıydılar... Pek çok Kıbrıslırum’un hayatını kurtardıydı 1974’te...  Şu anda hayatta değildir bu adam ve ben onun kızkardeşini tanırım, kızkardeşi çok ilerici bir insandır. Bir Kıbrıslırum bu Kıbrıslıtürk asker hayatını kurtardığı için ona teşekkür etmek istediydi, böylece araştırıp bunları öğrendim... Bunları yazınca adamın eşi bana telefon ederek sövdü saydı, çok büyük tepki gösterdi... Çocukları da tepki gösterdi! Adama kötü bir ün kazandırmışım ben, sırf bazı Kıbrıslırumlar’ın hayatını kurtardı diye! Ve hele hele şimdi bir da adamdan kalan maaş kesilirsaymış, ne olacakmış, aileden birisi söyledi bunu bana, meğer kaygılarından biri da buymuş, adamdan kalan maaşın kesilmesi...

FİLİPPOS YABANİS: Bakınız, eğer olur da Percana’nın Bahçaları’nda hayatımızı kurtaran bu Türkiyeli subayın ailesiyle iletişime geçebilirsanız, onlara söylemenizi istediğim şey, babalarının gerçek bir insan olduğudur... Büyük harflerle yazılacak bir insan...

Eğer bu Türkiyeli subayın ailesinden birilerini Facebook’ta bulabilirsen, onlarla mutlaka temasta olmak isterim...

Bu olay olduktan sonra bizleri otobüslere bindirdiler... Bu subay oradan ayrılınca insanları öldürmekten vazgeçtiydiler ama dayak atmaya devam ettiler... Benim da burnumu kırdıydılar, bakınız hala o kırık burunla dolaşıyorum... Her sabah aynaya baktığımda, bana orada dipçikle burnuma vurup kırdıkları geliyor aklıma, bunu hatırlıyorum her sabah aynaya baktığımda... Ayna bana her sabah bunu hatırlatıyor...

SORU: Sonra sizi otobüslerle Türkiye’ye gitmek üzere mi götürdülerdi?

FİLİPPOS YABANİS: Beni Stillus’a (şimdiki adıyla Mutluyaka – S.U.) götürdülerdi... Bu, annemin köyüydü... Bizi Stillus’un meydanına götürdülerdi... Orada bir Türk askerleri limonata şişesi açıp kafalarına dikmişlerdi... Bu benim için inanılmaz birşeydi çünkü limonatanın ne olduğunu bilmiyorlardı... Çünkü limonatayı ancak su katarak içersiniz...  Şimdi şu anda bunu size söylemem size aptalca gelebilir ancak o günlerde 17 yaşındaydım ve limonatayı kafalarına dikip içtiklerini görünce, “On dakikaya kalmaz, tuvalet arayacaklar” diye düşünmüştüm... Aynı şekilde sumadayı da kafalarına dikip içiyorlardı, o da aynı şekilde ancak suyla karıştırılarak içilen birşey... Ve ben şöyle düşünmüştüm: “Eğer bir ulus benim ülkemi işgal ediyorsa, belki bana birşeyler öğretirler ve bu iyi bir şey olur... Ama sumadanın ne olduğunu, leymonaddanın ne olduğunu bilmeyenler bana ne öğretecek ki?” diye düşünmüştüm 17 yaşındaki aklımla o gün...

Stillus’tan sonra bizi Karaolos Kampı’na götürmüşlerdi (şimdiki Karakol/Gülseren Kampı – S.U.)... Sonra da bizi çarçabuk askeri kamyonlara bindirmişler ve Lefkoşa’da Pavlidis Garajı’na götürmüşlerdi. Aynı akşam mıydı, bir gün sonra mıydı hatırlamam, bizleri tekrar askeri kamyonlara bindirip Girne’de Beşinci Mil’e götürmüşlerdi (Çıkarmanın olduğu yer – S.U.)... Gözlerimiz bağlanmıştı ama bağın arasından birazcık birşeyler görebiliyordum, gemi vardı ve gemiye bindiriliyordu insanlar... Sonra ne oldu bilmem, belki gemi dolmuştu, bizi tekrardan geri götürmüşlerdi Pavlidis Garajı’na... Ertesi gece tekrardan bizi oraya götürüp savaş gemisine bindirmişlerdi ve Mersin/Adana’ya götürmüşlerdi. Mersin/Adana’da insanlar toplanmıştı ve bindirildiğimiz araçların muşammalarını kesip bizi öldürmeye kalkışmaktaydılar... Ellerinde bıçaklar vardı...  Bundan sonra Adana’da iki hafta kadar kaldık... Sonra bizleri otobüslere bindirdiler, bunlar güzel otobüslerdi ancak bir sirkte gibiydik sanki... Çünkü önde bir polis vardı, arada bir polis vardı, yukarıda helikopter vardı... Ve çiftçileri görüyordunuz, ellerine geçirdikleri aletlerle otobüslere vurmaya çalışıyorlardı...


 Filippos Yabanis'in müzesinde sergilenen heykellerinden biri...

SORU: Şov yapıyorlardı size...

FİLİPPOS YABANİS: Evet... Ecevit’in de çok büyük bir resmi vardı... İnanıyorum ki bunları, içteki propaganda maksadıyla yapmaktaydılar... Bu şekilde giderken, Amasya yakınlarında pek çok elma ağacı vardı, askerler otobüsten aşağıya inerek elma toplamışlar ve her birimize birer elma vermişlerdi... Bu da benim için bir başka insanlık göstergesi olmuştu... Genç bir asker, insaniyetini sergilemekteydi böylece...

Durduğumuz zaman otobüsün içine insanlar geliyordu, özellikle hocalar biniyordu otobüse, ön sıralarda bir papaz oturuyordu, Kıbrıslı bir papaz... Onun sakalını çekiştiriyorlardı...

Bizleri Amasya hapishanelerine koymuşlardı...

Adana hapishanesinde askerler sıcak yemek getirdikleri zaman, bayda atıyorlardı yemek almaya giden bazı insanlara ve insanlar düşüp o kaynar yemekten yanıyorlardı...

Amasya’da ise çok kısa boylu bir Kıbrıslırum asker vardı, potinleri yoktu bu adamın... Kısaydı pantolonu ve gömleğinin düğmeleri de yoktu.

İçeri çok uzun boylu bir asker girmişti... Askeri polis gibi birşeydi bu adam. Bu genç çocuğu saçlarından yakalamıştı, bu genç çocuğa “Sen komando musun?” demişti. O genç çocuk da “Evet” demişti. Sonra karnına vurmuş ve onu bırakınca bu genç çocuk yere düşmüştü. Bunu dört-beş kez tekrarlamıştı. Ancak o genç çocuk, “Hayır, ben komando değilim” demiyordu... Sonra da o uzun boylu askeri polis gitmişti...

Ben uyumuyordum, yatakta oturuyordum hapishanede ve bir figür gördüm... Bir kadın figürüydü bu... Bana konuşmuştu bu kadın figürü. İnan bana uyumuyordum o anda... Sabah saat 10-11 civarıydı. Bu kadın figürü bana konuşmuş ve “Ailen Leymosun’dadır” demişti. “İyidirler, yakında onları göreceksin” demişti. Bu kadın figürünün Azize Paraskevi olduğuna inanıyorum (Ayia Paraskevi)... Çünkü ben kutsanmış bir insanım hayatım boyunca... Çünkü işgalden iki hafta kadar önce, okuldan dönmüştüm, giysilerimi çıkarmıştım, beyaz renkte kısa bir pantolonla kalmıştım, cimnastik kıyafetimizdi bu okulda... “Türkler bizi alacak” demiştim... Bunu duyan annem bana bağırmaya başlamıştı, “Nedir be senin söylediğin! Ahmakça şeyler söyleme!” diye.

Bir gece uyanmıştım, evin mutfağı, evin arkasındaydı. Buzluğu açmıştım su içmek için... Annem uyanmış ve “Nedir ama yaptığın?” demişti bana.

“Kötü bir rüya gördüm” demiştim anneme...

Gördüğüm kötü rüya ise, Percana’da halka şeklinde oturtuluyorduk ya, onu gördüydüm rüyamda... Tam aynı şekil...

Biz savaş esirlerini değiş-tokuş yapacakları zaman kendime hep, “Gidip Kıbrıslıtürk esirleri bulacağım, bakalım bize yaptıklarını onlara bizimkiler de yaptı mı” diyordum... Ama inan bana gidip bakmadım... Bizi hızlı şekilde değiş-tokuş ettiler. Benim başıma gelmiş olanların başka hiç kimsenin başına gelmesini istemiyordum... Gidip bakmak istiyordum, Kıbrıslıtürk esirlere nasıl davranır Kıbrıslırumlar... Ama bunu yapamadım... Çünkü o durumda bir insana vurmak, hiç de iyi bir şey değildir...


 Filippos Yabanis'in heykel müzesinden görünüm...

(Devam edecek)