Çalınan, yakılan, satılan, “kayıp” edilen bir kütüphane… Mitsos Marangoz’un “kayıp” kütüphanesi...
Marina Marangoz ise amcası Mitsos Marangoz’la ve onun Maraş’taki kütüphanesi ve eviyle ilgili hatıralarını bizim için kaleme alarak şöyle yazıyor:
“Dimitrios Marangoz, nam-ı diğer Mitsos Marangoz...
Babam George Marangoz’un üç kızı vardı... Onlara renkli vaftiz anne-babaları vermeye meraklıydı, önemli bir yerleri ve edebi bir statüleri olan insanlardı bunlar... Ancak ben doğuncaya kadar Kıbrıs’ın fasariyaları başlamıştı ve bir kız çocuğu düşüncesinden bunalmış olan babam eve daha yakın birisini düşündü vaftiz babası olarak ve amcam Mitsos Marangoz’da karar kıldı – Dimitrios (Mitsos) Marangoz, onun küçük kardeşiydi... Nihayetinde benim şanslı olduğumu düşünüyorum çünkü sık sık Mitsos amcayı görebiliyordum ve onu ikinci bir baba gibi, gerçek anlamda vaftiz babam olarak seviyordum...
Benim vaftiz oluşumla ilgili herhangi bir kanıta ulaşamadım, nitekim amcamdan da gerçekte bir vaftiz babasından çok sevgili bir amca olarak söz edilmekteydi... Hala tarihçemiz üzerinde çalışıyorum ancak çok sevdiğim bir fotoğrafta geriye dönüp kameraya bakıyor amcam, Mağusa’da (Maraş’ta) kütüphanesinde ve bu fotoğraf pek çok anımı çok net biçimde canlandırıyor...
Büyük bir ailenin en küçük çocuğuydu; babamla aynı fiziki yapıya sahipti, saçları daha düzdü, badem şeklindeydi gözleri, çok düşünceli ve sessiz bir adamdı ve kısa çöpü çekmişti çünkü şimdi bu görüşe katılmayacak olsa da, o günlerde kendinden büyük ve daha isyankar olan abisi (yani babam) kereste tüccarlığından oluşan aile işinin kendine göre olmadığına karar vererek başını alıp düşlerinin peşinde Viyana’da tıp okumaya gitmişti... Bazılarınız, Niki Marangoz’un aynı adı taşıyan öyküsünü okumuş olabilirsiniz...
Amcam “Mitsos” olarak biliniyordu ve böylece Atina ve Paris’te Ticaret Koleji’ne gitmişti ve görevine sadık biçimde aile işini devralmak üzere Kıbrıs’a geri dönmüştü... Üniversite sertifikalarına sahip olmadığı noktalarda Kıbrıs’a ve adamızla ilgili yazılmış olan tüm edebiyata bağlılığı ve tutkusuyla kendini aşıyordu
Hayatı boyunca Mağusa İş Forumu’nun aktif bir üyesiydi, aynı zamanda Bank of Cyprus’un (“Kıbrıs Bankası”) bir üyesiydi... Mağusa’da 1933 ile 1974 yılları arasında Eğitim Kurumları’nın başkan yardımcısıydı, kendi babasının bu alandaki atkivitelerini devam ettirmek istemişti anlaşılan. Nikolaos Marangoz, 1950 yılında Mağusa (Maraş) Kütüpanesi’nin kurucu üyesiydi...
Hayatı boyunca, toplum içerisindeki pozisyonunu kullanarak iyilik yapmaya çalıştı. İşleri çok iyi gidiyordu ve toplumda saygın bir şahıstı, hem iş, hem de yardımseverlik düzeyinde toplumun sosyal ve mali dokusuna katkıda bulunmaktaydı...
Gelişmekte olan inşaat sektörünün keresteye ihtiyacı vardı ve çocukluktan kalan hatıralarımdan birisi de Mağusa limanına ona eşlik etmeme izin verilen bir ziyaretti. DM999 plakalı beyaz Mersedes arabasıyla limana gitmiştik... Mersedes arabasının dümeni cilalanmış ceviz ağacındandı – arabanın ön konsolu da cilalanmış cevizden yapılmıştı... Limanın içerisine girmek için özel bir izin gerekmekteydi...
Orada limandaki rıhtımda yürüdük, Otello kulesine hayranlıkla baktık, işi için özellikle İsveç’ten kereste getiren büyük gemileri hayran hayran izledik ve sonra Deniz Kapısı’nın oradaki küçük aslan heykelinin yanına gittik. Bu zorunlu bir duruştu çünkü kentimizin tarihi halk öykülerine göre, küçük aslana tüm şkayetlerimizi sıralamak durumundaydım...
Amcam Mitsos, hem Kıbrıslırum, hem de Kıbrıslıtürk çok sayıda insanla işbirliği yapıyor ve çok iyi bir işveren, nazik ve yardımsever bir insan olarak kendisine iyi bir isim yapmıştı...
Evini Maraş sahilinde, sahile inşa etmişti – bu ev, Maraş’ta en tanınan evlerden biri olacaktı – Çepeçevre geniş verandalara sahip, geniş bir alanda tek bir evdi bu...
Bu evi donatırken, hem içinde, hem de dışında olmak üzere en iyi eşyalar ve mermerlerle donatmakta hiçbir masraftan kaçınmamıştı... Gerek yerel, gerekse uluslararası ressamlarla Avrupalı Masterler’in sanat eserleri evin duvarlarında asılıydı... Bu rolünde eşi Beba da onu tümüyle destekliyordu... Beba yengemiz önemli bir otoriteye sahipti ve Mısır’ın Port Said kentinden bir Yunan’dı... Amcam onunla bir iş seyahatinde tanışmıştı, evlenmişler ve bir oğluları olmuştu, oğlularının adı Nikos Marangoz idi... Babası Nikolaos Marangoz’un adını vermişti oğluna, babası Nikolaos, Maraş’taki işi başlatan kişiydi ailede... Yengemiz Beba, Grande Dame olarak biliniyordu (“Büyük Hanım”) ve toplum içerisinde müthiş bir gücü vardı... Fransızcası mükemmeldi, eğlence sanatını biliyordu ve her sene Maraş’ın takviminde çok büyük bir olay olan Portokal Festivali’nin kurucu üyelerinden birisiydi... Evleri bize her zaman açıktı... Biz de orayı sık sık ziyaret ederdik... Kış boyunca, bazı haftasonlarımızı Mağusa’da geçirirdik ve her zaman amcamın evinde Pazar yemeğine katılırdık.
Pazarları öğle yemeğine gittiğimizde veya pek çok başka kere evlerine ziyarete gittiğimizde, siyah beyaz mermer döşenmiş girişteki holde yürüdüğümü hatırlıyorum... Tam ortada sarı renkte, kadifemsi bir yuvarlak koltuk vardı... Solda dönen bir merdiven vardı ki bu yukarı kata çıkıyordu, kırmızı halı döşenmişti ve korkuluklar da tunçtandı...
Alt katta daha solda mutfaklar vardı, burada Anastasia adlı hizmetkar, sürekli olarak daha fazla yiyecek hazırlamakla meşguldü...
Oturma odası ve yemek odası denize bakıyordu... Sol duvarda Pol Yeorgiu’nun büyük ve güzel bir tablosu asılıydı.
Öğle yemekleri daha çok aile arasında olurdu ve oğlu ve büyümekte olan ailesi de evin bir diğer kanadında yaşıyor ve küçük çocuklarıyla bize katılıyorlardı... Yengem mutfağa tam olarak hakimdi ve hatırı sayılır yetenekleriyle, buradan çıkan yiyecekler her zaman son derece lezzetli ve boldu – birkaç ayırdedici yemek bende sonsuza dek iz bırakmıştır...
Bunlardan birisi bir lahana salatasıydı – bunlar o kadar ince doğranmıştı ki kağıt kadar inceydiler sanki, basit bir ekşi suyu ve zeytinyağıyla tatlandırılmıştı... Bu damak temizleyici salatayı o küçük yaşta bile gerçekten çok seviyordum... Salatanın tam ortasında, gül şeklinde soyularak biçimlendirilmiş bir domates dururdu... Çok sevilen diğer yemekler de fırın makarnası ve balık mayonezdi – balık mayonez bütün bir balıktı, dekore edilerek masaya konurdu...
Masa her zaman en ince porselenler ve gümüş takımlarıyla kurulur, sofrada mutlaka yemeğimiz bitince parmaklarımızı yıkmak istersek diye küçük kaseciklerde ılık su bulundurulurdu. Masaların ortalarında her zaman çiçekler bulunur ve masa örtüleri de en güzel dantellerden oluşurdu... Yengem çok yüksek standartlar koyuyor ve bunları uygulayarak yaşıyordu...
Yemekler bazan verandada veya yemek odasında servis edilirdi, bu hava durumuna bağlıydı... Biz çocuklara her zaman en iyi giysilerimizi giymemiz önerilirdi ve mutfağın dışındaki sallanan sandalyede sallanırdık, yemeğin hazır olmasını ve masaya çağrılmayı beklerdik...
Yemekten sonra kahveler içilirken, yemeğe katılanlar dağılmaya başlardı... Bizler amcamı izleyerek kütüphaneye giderdik, amcam ve babam koyu yeşil ve tunç düğmeli deri koltuklara otururlardı, bu koltuklar bize çok büyük gelirdi fakat bizlere bir tür rahatlık ve sofistike olma duygusu verirdi bunlar...
Amcamın özel sığınağı olan kütüphane, evin sağındaydı... Yerden tavana meşe panellerle kaplı uzun bir odaydı bu... Büyük bir odaydı ve amcamın masası oradaydı, köşelerdeki lambalar ortama ışık verirdi... Duvarlarda paha biçilmez Bizans ikonları, sanat eserleri vardı – kızkardeşim Anna, Profumo skandalı esnasında meşhur olan harika çizimci ve kırk-çıkıkçı olan Stephen Ward’ın tablolarını da hatırlıyor... Pencereler uzun ve ağır kadife perdelerle kaplıydı... Geriye kalan her yerde, gözün görebileceği her yerde kitaplar vardı...
Alttaki dolaplarda el yazmaları, haritalar ve amcamın toplamış olduğu diğer dökümanlar vardı fakak tahta raflarda ise, siyah deri ve altın kenarlarla kaplı güzel kapaklarıyla kitaplar dururdu – kitabın sırtında en altta onun adının başharfleri damgalanmıştı altın yaldızla, DNM diye... İşte adının bu ilk harflerinden oluşan bu damga nedeniyle kızkardeşim ve ailesi, bir kitabı Kıbrıs’a geri getirmeyi başardılar bir müzayededen – Catherina Cornaro adlı Fransızca bir kitaptı bu ve Marcel Brion tarafından yazılmıştı... Savaşta kütüphanesi talan edilip amcamın kitaplarının çoğu satılmıştı... Bugün bu kitap Lefkoşa Belediyesi Levendis Müzesi’nde bulunuyor, Maraş’a geri dönünceye kadar orada kalacak...
Amcam kitaplarına çocukları gibi bakardı, onları tekrardan diktirir veya ciltletir, en iyi deri ciltleri kitapları için yaptırırdı...Bu ilk ve en önemli Kıbrıs Kütüphanesi idi... Özellikle Kıbrıs’la ilgili kitaplar vardı bu kütüphanede, ister Kıbrıs’tan şöyle bir söz eden kitaplar olsun, ister Kıbrıs’la ilgili yazılmış olsun, uluslararası yazarlardan yerel yazarlara kadar, ortaçağdan başlayarak en son yayınlara kadar, üzerlerinde hiç toz olmadan, bu kütüphaneye gelen herhangi birisi tarafından alınıp okunmak üzere hazır beklerlerdi... Amcam ateşli bir kolleksiyoncuydu ve Avrupa’nın en iyi müzayede evlerinden kitap satın alacak maddi güce sahipti, böylece Kıbrıs’la ilgili müzayedelerde saygın ve ciddi bir kolleksiyoncu olarak isim yapmıştı.
Kitapları tümüyle kataloglanmıştı – ilk “Cyprological” Konferans’ta Kirris, bu kütüphanedeki kitapların bir listesini yayımlamıştı. 3,500 taneydiler, seyahat günlükleri, tarihsel çalışmalar, romanlar, şiir koleksiyonları, akademik makaleler ve adayla ilgili tüm haritalar mevcuttu. Raflarda yerini alan bazı yazarlar B. Karayorgis, R. Gunnis, Hill, J. Hackett, Paul Ricaut, Corneellis Le Brun, Sir Samuel Baker, Louis Palma de Cesonla, Tanerkville Chamberlayne’in “Lacrymae Nicosiensis – Paris 1894” başlıklı eseri ile Roggibonaili Fra Niccolo’nun 1346-1350’de yazdıkları vardı... Kıbrıs için paha biçilmez, çok zengin ve özgün bir kolleksiyondu bu...
Kütüphanesinin büyük masası üzerinde sürekli açık bir kitap vardı, bir kitap taşıyıcı içerisinde – kızkardeşim Anna bu kitabın şatafatlı bir el yazısıyla yazılmış “Book of Monks” (“Keşişler Kitabı”) olduğunu hatırlıyor...
Çalışma masasının yanında yuvarlak bir masa vardı ve üstünde bir küre dururdu... Bu herhalde bir dünya küresi gördüğüm ilk yerdi, burada coğrafyayla ilgili bilgi ediniyordum...
Ablam Niki bu kütüphanede oturup bazı kitapları okumayı çok severdi... Ben ondan on yaş daha küçüktüm o zamanlarda ve o günlerde benim ilgi alanımda kitaplar çokluk yoktu henüz... Ama orası kutsal bir yer gibiydi, bir şekilde biliyordum ki orada olmak bir ayrıcalıktı bizim için ve böylece edebiyat ve sanat dünyasıyla tanışıyor ve bundan zevk alıp yararlanıyorduk... İşte bu bağlantı nedeniyle savaştan sonra kızkardeşim bu evden ganimet edilen kitapların ve elyazmalarının uluslararası müzayede evlerinde izlerini sürmeye çalışacak ve mümkün olduğunca çok kitabı geri satın almaya çalışacaktı... Ancak pek azı bulunup geri getirilebilmişti bu kitapların ve elyazmalarının...
Kitaplar amcamın tutkusuydu ve çok küçük yaşta bu tutkuyu keşfetmişti – bu da, 30 sene boyunca bu kitapları biriktirdiğini ve tüm bunların çok zalim biçimde elinden alındığını gösteriyor...
Yaz boyunca, Maraş’ta kaldığımızda sahilde akşamları uzun yürüyüşlere çıkar ve amcamın evinin yanından geçerken onu da yanımıza alırdık... İki erkek kardeş ellerini arkalarında bağlayarak hızlı hızlı yürürdü... Bu onların günlük eksersiziydi... Bense sularda oynar, yanlarında koşturur ve onların yakınlığının tadını çıkarırdım...
1974’te hepsimiz de Maraş’tan ayrıldık, üstümüzdeki giysilerle ayrıldık, ertesi günü geri döneceğimizi düşündüğümüz için sırtımızdaki giysilerle ayrıldık ve he hazık kı hala geri dönemedik...
Amcam ailesiyle birlikte Maraş’tan ayrıldı ve bir yıla yakın bir süre bizimle birlikte kaldı, kendisini ve işlerini yeniden toparlamaya çalışıyordu... Bizimle kalması muhteşem birşeydi... O günlerde ben okulu bitirerek yurtdışında üniversiteye gitmeye hazırlanıyordum, evde benim yatakodama bitişik odada kalıyordu amcam... Orada olmasından mutluydum, tatillerde Kıbrıs’a geri döndüğüm zamanlarda bana ve okulda okuduklarıma büyük ilgi gösteriyordu... Onunla öğle yemekleri daha eğlenceli geçerdi... İncelikli ama keskin bir mizah duygusu vardı, babamın ciddiyetiyle çelişirdi bu – her zaman annemin harika yemeklerine de müteşekkir olduğunu belirtirdi... Evden gelen bir telefonla bir kalp krizi sonucu 1978 yılında vefat ettiğine ilişkin haberi almamı asla unutmayacağım... Ölümü beni sarsmıştı, özellikle uygun bir şekilde onunla veda etme fırsatım olmadığı için...
En büyük torunu olan Dimitris kütüphanede büyük deri koltuklarda oturarak televizyonda Bonanza programını izlediğini hatırlıyor... Dedesiyle limana ziyaretlerini ve Boccaccio Kafe’de ona dondurma aldığını da unutmuyor...
Torunu Louisa, her ikisini de güçlü kişilikler olarak hatırlıyor... Küçük yaşlardayken ninesi, yani yengemiz Beba onu çok etkilemişti ve kendi aile yaşamında, onun geleneklerini devam ettiriyor... Bugün güçlü ve dinamik bir iş kadınına dönüştü, dedesi onu bu şekilde biçimlendirmişti...
Ailesi Lefkoşa’da işlerini yeniden kurdular, yıllarını bu evin içindekilerinin nereye gittiğinin izini sürerek geçirdiler, evin çöküşünü, savaş ve tuzlu su tarafından mahvedilişini izleyerek geçirdiler...
Maraş’ın sakinlerinin pek çok öyküsü gibi, amcamın öyküsü de tutku ve bu kente yönelik sevgiyle örülmüş, tarihini ve kültürünü korumaya, ondan birşeyler öğrenmeye, bu kentin ona verdiklerini sevmeye adanmış... Amcam her yönüyle bu kentin bir elçisiydi ve bu kente çok bağlı kent sakinlerinden birisiydi...
Marina Marangoz – Brisbane 2021”
(Marina Marangoz’un yazısını Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ – 18.4.2021)