BM Genel Sekreteri’nin, Kolombiyalı siyasetçi-diplomat Maria Angela H. Cuellar’ı Kıbrıs Özel Temsilcisi olarak ataması, Kıbrıs sorununda ciddi bir hareketlenme beklentisinin habercisi olabilme ihtimali nedeniyle önem taşıyor.
Bu adım, bir yanıyla, BM Genel Sekreteri’nin, Güvenlik Konseyi desteğinde sürdürdüğü barış sürecine verdiği kararlı duruşunun olumlu bir sonuç elde etmeyi içerecek şekilde ilerletilmesi anlamına geliyor. Bilindiği gibi Genel Sekreter, özellikle toplumlararası müzakerelerin çıkmaza girdiği Temmuz 2017 tarihinden sonra ‘uluslararsı toplumun Kıbrıslıları yalnız bırakmayacağı’ yönünde sıklıkla mesaj göndermekte ve müzakarelerin yeniden başlaması için her olanağı kullanmaktaydı. İşte Özel Temsilci’nin atanmasının öncelikle hatırlattığı şey, BM Genel Sekreteri’nin verdiği sözün arkasında durmuş olmasıdır.
Bu atamayı, ayni şekilde, Türkiye ve Yunanistan arasında başlayan ve iki devleti ilgilendiren sorunlarda askeri güç kullanma tehdidinden vazgeçildiğinin duyurulmasıyla ivme kazanan yeni sürecin doğal bir sonucu olarak da okumak gerekmektedir. Zaten Genel Sekreter’in müzakereleri yeniden başlatmaya dönük girişimleri ile Türk-Yunan ilişkilerindeki yumuşama süreci birbirine parallel olarak devam etmektedir.
Cuellar’ın atanmasından aylar önce, KıbrıslıRum liderin, KıbrıslıTürkler’e yönelik bir dizi Güven Yaratıcı Önlemler üzerinde çalıştığını duyurması, bunların içeriğine dair bazı bilgilerin basına sızdırılması ve son olarak da bu önlemlerin Cuellar’ın adayı ziyareti sırasında Ocak ayı sonunda açıklanacağının söylenmesi, aslında Guterres’in Kıbrıslılara verdiği sözü tutmaktaki samimiyeti hakkında güçlü emareler sunuyor.
Ortada olumlu bir tablonun olduğu açıktır.
Bununla birlikte, Genel Sekreter’in inatçı çabalarına ve Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerde gelişmekte olan olumlu havaya rağmen, Kıbrıs’ta müzakere sürecinin başlaması önünde ciddi engellerin var olduğu sır değildir. Hatta, benzer engellerin, başlasa bile, müzakere sürecinin sonuç alacak şekilde ilerlemesi önünde de etkili olacağı söylenebilir.
KıbrıslıRum tarafı, müzakerelerin bırakıldığı yerden başlaması yönünde irade beyanında bulunduğu ve uluslararası toplumun beklentilerine olumlu yanıt vermeye hazır olduğuna dair bir izlenim yarattığı için, şimdi müzakere sürecinin geleceğine ilişkin tüm dikkatin Türkiye ve KıbrıslıTürk tarafı üzerinde yoğunlaşması şaşırtıcı bir gelişme olmayacaktır.
Müzakere sürecine özellikle Türkiye cephesinden bakıldığı zaman, konjonktürel olanların dışında bazı ciddi temel zorlukların olduğu anlaşılmaktadır.
Türkiye-Batı ilişkilerinden kaynaklanan zorluklar
Türkiye-Batı ilişkilerinin seyrinde yaşanan olumsuzluklar, zorunlu olarak Kıbrıs sorununu da etkilemektedir. Özellikle bu ilişkilerin gerilimler ürettiği ve Türkiye’nin Batı kulübü içindeki sorunlu üyeliğinin sorgulandığı dönemlerin, Kıbrıs sorunu bağlamında ürettiği olumsuz etki oldukça belirgindir.
Türkiye, Batı’yla ilişkilerini yeniden tanımlamaya her kalkıştığında bu etki çok daha bariz bir şekilde gözlemlenebilmektedir. Bunun en çarpıcı örneğini Annan Planı’nın sunulup tartışıldığı dönemde görebiliriz. O dönemde AB üyeliğini çok yakın bir hedef olarak tanımlayan AK Parti yönetimindeki Türkiye, çözüm sürecinin önünü tıkayacak adımlardan kaçınmaya çalışmış ve bir önceki Türkiye hükümetlerinin belirleyip izlediği ‘konfederasyon’ ya da ‘ilhak-iltihak’ siyasetini terk ederek Kıbrısta tek gerçeköi çözüm modeli olan federal devlet modeline destek vermişti.
Avrupa Birliği de, tam üyeliğe giden yolun başında bulunan Türkiye’nin gerek Kıbrıs’a ilişkin yaklaşımına gerekse demokratikleşme çabalarına karşı oldukça cesaretlendirici ve olumlu bir tutumla karşılık vermişti. İşte en başta bu nedenle, o dönemde Türkiye’nin çoktandır hayal bile edemediği ekonomik ve siyasi istikrar hedeflerine oldukça yaklaştığını gözlemliyoruz.
Bugün ise, Türkiye’nin AB üyeliği perspektifinin karşılıklı olarak rafa kaldırıldığı bir ortamdayız. Buna ek olarak Türkiye, Suriye’nin kuzeyine, Filistin-İsrail çatışmasına, Rusya’ya ve Doğu Akdeniz’deki sorunlara dönük yaklaşımları olmak üzere birçok konuda Batılı kurumlarla zıtlaşma yaşamaktadır.
Hatta Suriye’nin kuzeyi örneğinde olduğu gibi, bu karşılıklı zıtlaşmanın ötesine geçilerek fiili bir çatışma ortamına yaklaşılmaktadır. Böyle bir ortamda Türkiye’nin müzakerelere istiktrarlı bir destek vermesi neredeyse mümkün görünmemektedir. Bilindiği gibi İsrail’le ilişkilerini normalleştirmek için umulmayacak hızda adımlar atan Erdoğan yönetimi, Gazze krizi nedeniyle bu adımları geri almışve sonuçlarını tümüyle çöpe atmaktan çekinmemiştir.
Ayrıca, Türkiye’de güvenlik bürokrasisinin muhafazakar kanadı, ‘denge siyaseti’ diye tanımladığı ‘Rusya’yla yakınlaşarak ABD’ye karşı daha etkili olma’ şeklinde özetlenebilen bir güvenlik ve dış siyaset seçeneğinde ısrar etmektedir. Benzer bir yaklaşım, Türkiye’yi Doğu Akdeniz’de ve özellikle Kıbrıs sorununda hayali bir Rus kartını kullanmaya yönlendirmektedir.
Türkiye’nin bölgede Rus kartını oynamaya yönelmesi durumunda, Batı kulübü içindeki yerini sadece ekonomik ve siyasi olarak değil askeri düzeyde de sağlamlaştırmaya çalışan KıbrıslıRumların yönetimindeki Kıbrıs Cumhuriyeti kendini, Türkiye’nin Batı’yla yaşayacağı daha derin bir gerilimin tam ortasında bulacaktır. Böyle bir ortamda müzakereleri sürdürmek ne kadar mümkün olacaktır?
Türkiye’nin Kıbrıs’a ilişkin A planından kaynaklanan zorluklar
Türkiye’de güvenlik bürokrasisinin muhafazakar kanadı ve sivil uzantıları her hal ve şartta Kıbrıs’taki bölünmenin uygun bir biçim altında sürdürülmesine yönelik, orijinal bir A planı çerçevesinde sürekli bir basınç yaratmaktadır. Bu kesim, 2020 yılından bu yana aslında Türkiye ve KıbrıslıTürk tarafının Annan Planı felsefesinden kurtulması gibi bir hedef belirleyerek, karşılıklı kabul edilebilir bir çözüm yerine, tek yanlı empoze edilecek bir çözümün mümkün olduğu inancını yaymaya çalışmaktadır.
Müzakerelerin sürdüğü dönemde, süreçleri engelleme imkanı bulamayan bu grup, müzakerelerin ilerlemesini yavaşlatma ve seyrini değiştirme yönünde de etkili olabilmektedir. Aylar öncesinde ‘Annan Planı gibi bir girişime de varız’ şeklinde bir çıkış yapan Erdoğan’ın bu çıkışını devam ettirememesi manidardır!
Türkiye Yunanistan ilişkilerinden kaynaklanan zorluklar
Türkiye veYunanistan arasında varılan, ikili ve bölgesel sorunların çözümünde askeri güç kullanma tehdidinden vazgeçilmesine dair uzlaşmanın ilk olumlu sonuçlarının ortaya çıktığı söylenebilir. Örneğin Doğu Akdeniz’de savaş gemileriyle tehlikeli gösterilerden kaçınılması, Ege Denizi’nde gerilim yaratacak karşıtlaşmalara karşı tarafların sürekli bir iletişim mekanizması kurması, karşılıklı suçlayıcı söylemlerin sona erdirilmesi, Yunanistan’ın Türk -Amerikan askeri ilişkilerinde Türkiye aleyhine girişimlerde bulunmayacağını duyurması ve en önemlisi siyasi düzeyde diyaloğun vurgulanması önemli gelişmelerdir.
Aslında Türkiye-Yunanistan ilişkileri, Türkiye’nin Batı ile olan ilişkilerinden ayrı düşünülemez. Ama, Erdoğan yönetimi Türkiye’nin Batı ile sorunlu seyreden ilişkilerine rağmen, bu ülkeyle ilişkileri normalleştirebileceğine ve bu yolla ABD’ye karşı pazarlık gücünü artırabileceğine inanmaktadır.
Batı ile ilişkilerin ciddi derecede darbelendiği, Türkiye’nin AB perspektifinin karanlıkta bırakıldığı ve bunun ötesinde bir anti-Batı, anti-ABD yöneliminin güçlendiği, NATO ile yolların ayrılabileceği mesajlarının verildiği bir süreçte Türkiye’nin Yunanistan’la sürdürdüğü yumuşama süreci istikrarlı bir şekilde devam edebilir mi?
Türkiye cephesinden bakıldığında, Türkiye - Batı ilişkileri, Kıbrıs’ta toplumlararası müzakerelerin başlaması ve istikrarlı bir şekilde devam ederek olumlu bir sonuca ulaşmasında anahtar görevini görmektedir.