1965 nüfus sayımından itibaren nüfus sayımlarında, etnik kökeni anlamaya dönük sorular sorulmadığı için Türkiye nüfusunun etnik dağılımı hakkında bilgimiz yok. Devlet nüfusun etnik hareketliliğinin bilinmesi ihtiyacını o tarihten itibaren kamuya, araştırmacılara açık biçimde tespit etmek yerine fişlemelerle halletti kendince. Demokratik, laik, hukukun üstünlüğüne dayalı bir sosyal devlet yurttaşlarının her alanda olduğu gibi, etnik- dini ihtiyaçlarının da belirlenerek çözümler üretilmesi sorunuyla ilgilenirdi elbette ama bu sözünü ettiğimiz kavramlar neredeyse kuruluşundan beri Türkiye Cumhuriyeti anayasalarında “göstermelik” olarak yer aldığı için kimse tarafından dert edilmedi. Nasıl olsa Türkiye sınırları içerisinde yaşayan herkes Türk’tü. Dilimize bir de “%99’u Müslüman” kalıbını yerleştirince iş a la turca biçimde çözülmüş oldu.
“Yurtta sulh, cihanda sulh” şiarıyla dengeci bir dış politika izleyen, Batı ile duvarlarını inceltirken Ortadoğu gibi netameli bir coğrafya ile arasına kalın kültürel, siyasal duvar çeken Türkiye açısından kendi etnik demografisi o kadar da fazla önemsenmiyordu. Ta ki “tarihsel bir hezimet” olarak değerlendirilen Lozan yerine Misak-ı Milli haritalarının bayrak gibi sallanmaya başlandığı bugüne kadar. Geçen yüzyılın başlarında hazırlanan Misak-ı Milli haritasını 21. Yüzyıl Ortadoğu’suna doğru sallıyorsanız, tüm bu yüz yıl boyunca evinizin içinde neyin ne olduğundan başlayıp, Ortadoğu’da neler olup bittiğine kadar elinizde detaylı ve işlenmiş bir veri tabanı olmalı. Aksi takdirde eskilerin deyişiyle Dimyat’a pirince, evdeki bulgur stoğundan bile habersiz giderseniz, tam takır kalma riskiniz tahmin edemeyeceğiniz kadar büyür.
Körfez Savaşına kadar etliye sütlüye karışmayayım derken hayli “günahkâr” bir dış politika izlemekle suçlanabilir Türkiye. 20. Yüzyılın ilk ulusal kurtuluş mücadelesini vermekle övünen bir ülkenin, diğer halkların ulusal kurtuluş mücadelelerini çoğu kez katliamlarla bastıran batının işlediği suçlara karşı, “tarafsızlık adına” sessiz kalması eleştirilebilir. Fakat bu dış politikanın, Türkiye’yi bütün bir yüzyıl boyunca etrafındaki savaşlardan, karışıklıklardan koruduğunu da teslim etmek gerekir. Bunun da ötesinde Türkiye, Ortadoğu’da sözü dinlenir bir denge unsuru haline gelmeyi de başarmıştı. Sovyetler’in dağılmasının ardında Türk Cumhuriyetlerine iç işlerine karışmaya yeltenecek kadar aşırılaşan bir ilgi göstermesiyle başlayan, Özal’la birlikte “1 koyup 3 alma” esaslı Ortadoğu hayalleri besleyen Türkiye’nin denge unsuru olmaktan, oyuncu olmaya dönüşen rolünü de tartışmalı hale getirdi. Buradaki en büyük sıkıntı, gözünü dışarıya çeviren bir devletin, kendi evinin içini düzenlemekte ayak diremesinden kaynaklandı. Türkiye geçen koca bir yüzyılı, kendi evinde anayasal eşitliği, özgürlükleri, hukuk ve demokrasiyi, en önemlisi gerçek anlamda bir sekülarizmi tesis etme yönünde iyi değerlendiremedi ne yazık ki… İç politikada biriken sorunları çözme imkanı veren dış politikadaki yüz yıllık barış ve denge siyaseti heba edildi.
Türkiye sınırları içerisinde yaşayan etnik gruplara ana dillerini, kültürlerini özgürce geliştirebilecekleri, kendilerini eşit ve özgür hissedebilecekleri anayasal vatandaşlığı tesis edemedik. “Şiddete başvurmakla suçlayıp” anayasal eşitlik tanımadığımız Kürtlere değil sadece… Bu coğrafyada yaşadığını 1965’e kadar sayılara dökebildiğimiz Zaza, Boşnak, Laz, Arap, Roman, Çerkes çok sayıda etnik topluluğa, anayasal eşitliği tanımamanın hiçbir bahanesi yoktu. Yüz yıl boyunca önce derin bir öfke, sonra küskünlük ve ardından ürkütücü bir sessizlik inşa ettik.
Sünni Müslümanlar dışındaki dini toplulukları umursamayan bir anlayışla kurumlaştırdığımız Diyanet İşleri marifetiyle, laikliği bir yandan ülkenin çimentosu sayıp, bir yandan da tek seslileştirme ve kendi dışındakileri yok etme siyasetinin aracı haline getirdik. Böylelikle hem ülkenin sigortası sayılan çok kültürlülüğü yok ettik, hem de burnumuzun dibinde gürleşen radikal İslamcılığa davetiye çıkardık.
Sessizliği ya da resmi propagandayı sorunların çözümü olarak algılayanlar için, 1977 anayasası ile başlayıp, SBKP’nin 25 ve 26. Kongrelerindeki “Gelişmiş Sosyalizm”, “Sovyetler Birliğinde ulusal sorun tarihe karıştı” tantanalarını ve çok değil, 1990’ların başında 15 Cumhuriyetin adeta birbirinin gırtlağına nasıl çöktüğünü, kendi içlerinde nasıl birbirlerine girdiklerini hatırlamak çok şey ifade etmiyor olabilir… O zaman Tito’nun “mükemmel Yugoslavya’sının” üstelik Avrupa’nın göbeğinde nasıl 2-3 ay içerisinde bir kan gölüne dönüştüğünü hatırlatalım… O da yetmezse, gözümüzün önünde paramparça edilen otoriter Baas Suriye’sinin son 5 yılına baksınlar…
Ellerinde Misak-ı Milli’yi sallayarak Batı Trakya’dan adalara, Musul’dan Kerkük’e genişletilmiş hayalleri güncelleyenler, Irak- Suriye yangınına dalarken geçen yüz yıl boyunca Ortadoğu coğrafyasında olup bitenleri, bu arada Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihsel deneyimini pek de önemsemiyor görünüyorlar. Etnik cehenneme dönüşen Irak ve Suriye’yi Türkiye’nin “mütemmim cüz’ü” ilan edip, “Halep’te olanları Ankara’da olmuş sayarız” diye söze başlayan, bahar havası yaşanan Türk- Yunan ilişkilerine “Lozan’la birlikte seslensek sesimizi duyurabileceğimiz adaları elimizden aldılar” sözleriyle benzin dökenler; eğer ağır biçimde şuur kaybından muzdarip değillerse, çılgınlık boyutuna varan bu özgüveni Türkiye kamuoyuna açıklamak durumundadırlar… Fakat değil açıklamak, içeride her türlü aykırı sesin kısıldığı, susturulduğu bir ortamda, daha da otoriterleşecek bir rejimin inşası tam gaz sürüyor.
Barışı ve bir arada yaşamayı savunanların sesinin kısıldığı bir ortamda sadece silahların sesi duyulur. “Uzaklardan geliyor” diye gevşek gevşek dinlemekle yetiniyoruz şimdilik ama çoktandır o silahların menzilindeyiz oysa. Bir türlü farkına varamadığımız gerçek bu…
Bu arada Batı Trakya’dan Musul’a “Büyük Türkiye” rüyası görüp, “seslensek sesimizi duyuracağımız adalardan vazgeçmek zorunda kaldık” diye hayıflananların “Birleşik Federal Kıbrıs” hedefli bir müzakere yürüteceğine hangi masaldaki hangi kırmızı şapkalı kız inanır derseniz, benim dağarcığımda öyle bir masal yok…
Korkarım zaten masallar dönemi bitti… Kırmızı şapkalı kız da yok artık. Kurt onu çoktan yedi…