Yaşamını Avustralya’da sürdüren Tserili Spiro Konstantinu, 1958, 1963 ve 1974’ten hatıralarını anlattı…
Spiro Konstantinu’nun, Masumiyetini kaybeden Kıbrıs’ın geçmişiyle ilgili röportajımızın devamı şöyle:
SPİRO KONSTANTİNU: Onları görebiliyordum, onlar beni göremiyordu, damdaydım çünkü ama onların konuşmalarını duyabiliyordum çünkü çok yakındık…
“Falana ne oldu? Filan yere gitti mi?” diyorlardı.
Bir tanesi “Spiro’yu kaybettim… Spiro nerdedir, bilmem” diyordu bir tanesi.
Çünkü “Şimdi gidip silahları çıkaracaklar ve bizi vuracaklar” diye düşünüyorlardı hakkımızda… Korkuları buydu. O nedenle tam olarak nerede olduğumuzu bilmek zorundaydılar ama ne yapacaklarını da bilemiyorlardı. Ben damdan onları dinliyordum. “Sabaha kadar burada kalmayacağım” diye düşünüyordum. Sabah olmadan evime dönmüştüm… Ve uyudum çünkü kaç gündür uyumuyordum. Ama uykuya dalmadan önce radyoyu açmıştım. İngilizce konuşulan bir istasyon buluncaya kadar kanalları gezdim… Birkaç haber bültenini dinledim. Ve “Haftasonundan önce işgal bekleniyor” diyorlardı… “Cumartesi’nden önce” diyorlardı.
Radyoyu kapatmış ve uykuya dalmıştım.
20 Temmuz 1974’te sabah uyandığımızda radyo önce sanki hiçbirşey olmamış gibi sabah duası yapıyordu… Halbuki işgal ve öldürmeler başlamıştı…
Bundan biraz sonra sabah saat 06.00’da radyo işgalin başladığını ve insanların askere çağrıldığını duyuruyordu! 18-40 yaş arası erkeklerin bağlı oldukları birliklere gitmesi yönünde çağrı yapıyordu radyo…
Kalktık, kardeşime “Askeri kıyafetlerimizi giyinip gidelim” demiştim. Askerliğimi henüz birkaç hafta, birkaç ay önce tamamlamıştım… Giyindim ve köyün merkezine doğru yürüdüm… Ben, kardeşim ve kızkardeşimin eşi, bizi Lefkoşa’ya götürecek otobüsleri bulmak için köy merkezine gidiyorduk.
Senin de bildiğin o Bay K. gelişimizi görmüştü… Bize dönerek, “Be! Gidip o kalaşnikofları getirin hade! Onlara ihtiyacımız vardır!” demişti! “Türkler geldi! Şimdi o silahlara ihtiyacımız vardır!” demişti… Hala bizde silah olduğunu zannediyorlardı! EOKA B, bizde hala silah olduğuna inanıyordu! Bizde silah falan yoktu oysa…
“Bizde kalaşnikof falan yoktur!” dedik kendisine… “Kaç defa söyleyeceyik size, bizde silah yoktur!” dedik.
Bay K. gene “Orada boşu boşuna paslanacaklar, o silahları şimdi kullanmazsanız, ne zaman kullanacaksınız?” diyordu!
Sonra bizi ayırdılar – ben başka bir yöne, kardeşim ve köyümden insanlar bir başka yöne gönderilmiştik.
Kaotik bir ortam vardı – EOKA B’ciler hala işbaşındaydı ancak ne yaptıklarını kesinlikle bilmiyorlardı.
Normal askeri personel ortalarda görünmüyordu…
Binlerce insan Cikko Okulları’nda toplanmışlardı ancak hiç kimse bundan sonra ne yapılacağını bilmiyordu…
Türk hava kuvvetlerine ait savaş uçakları uçuyor ve Lefkoşa’nın her tarafını bombalıyordu, biz de kolay bir hedeftik… Havaalanının üstünden uçuyorlardı, bu da bizden yaklaşık 10 kilometre kadar uzaktaydı… Canları çekerse bizi birkaç dakika içinde bombalayabilirlerdi…
Birkaç saat sonra yakınlardaki bir depodan yüklenmiş bazı silahların bulunduğu bir kamyon gelmişti. Silahlar yağ içindeydi ve bizim onları temizleyecek herhangi bir durumumuz yoktu. Bir Bren aldım ve bunu temizlemeye çalıştım, bu hiç de kolay bir iş değildi…
Bundan bir saat kadar sonra bir Kıbrıs ordu subayı gelmişti – çok büyük stres altında olduğu görülüyordu… Bu adamın adını biliyordum çünkü tanınmış birisiydi ancak onunla hiç tanışmamıştık.
Gönüllülerin bazı kamyonlara binerek Ayvasıl köyüne gitmelerini, Lefkoşa’nın kuzeybatısındaki Ayvasıl’da şiddetli çarpışmalar olduğunu söyledi…
Ben henüz tanıştığım bir şahısla birlikte kamyona atladım – bu şahsın adını bilmiyordum ancak Bren’i kullanmak için iki kişiye ihtiyaç olduğu için biz de bir takım oluşturmuştuk.
Bu oluncaya kadar vakit öğleden sonra olmuştu, biz hiçbirşey yeyip içmemiştik…
Köyden bir arkadaşım bana yaklaşarak, “Bu kamyonlara binen herhangi bir EOKA-B’ci gördün mü?” demişti. O anda birşeylerin tahminimden daha da ötü olduğunu kavradım… Bu kaos bir tesadüf değildi, o insanlar ya haindiler ya da tam olarak neler olup bittiğini biliyorlardı…
Cehennemde geçireceğimiz üç gün sonra bize başçılık eden Kıbrıslı yüzbaşı Yunan cuntasının bizi Türkler’e sattığını açıkça söylemişti. Aslında bu Kıbrıslı yüzbaşı Yunan subayının karşısına dikilmişti – bu Yunan subayı sürekli olarak bizi bazı tepeleri ele geçirmeye göndermekteydi…
Kıbrıslı yüzbaşı bu Yunan subayına “Eğer beni öldürmek istersen öldür ama bu masum genç insanları öldürmekten vazgeç” demişti. Sonra da tabancasını bu Yunan subayına vermişti.
Bunun nedeni önümüzde bulunan tepeleri her alışımızda, bu Yunan subayının bizi geri çağırması ve sonra da aynı şeyi tekrarlamamızı istemesiydi! Ancak her defasında on kadar askerimizi kaybediyorduk, hiç nedensiz!
Buna tanık olduktan sonra Türk işgalinin, EOKA-B’nin başlatmış olduğu şeyin devamı olduğu hakkında kafamda herhangi bir kuşkuya yer kalmamıştı…
Hükümeti devirmelerinin nedeni hiçbir şekilde ENOSİS değildi. Yunan cuntası, Türk hükümetiyle aynı plan hakkında ANLAŞAMAYA varmıştı… Yunanistan ve Türkiye adayı bölerek, her biri bir parçasını alacaktı!
Lefkoşa’ya geri geldikten sonra yanımdaki genç insanın tam bir sinir krizi geçirdiğini görmüştüm. Hayatımda bir insanın tam bir sinir krizi geçirmesine hiç tanık olmamıştım daha önce…
Köyüme dönmeye çalışırken, zeytin ağaçlarının altında kaygı içinde, çok korkmuş insanlar görmüştüm…
Onlara yaklaşarak nereden geldiklerini sormuştum, hepsi de ağır çarpışmaların olduğu köylerden kaçarak buraya gelmişlerdi. Anneler evlatlarını ve kocalarını kaybetmişti. Açtılar, susuzdular ama en önemlisi çok korkmuşlardı ve ağlıyorlardı…
Her bir zeytin ağacının altında çocuklu aileler vardı, ağlıyorlardı ve korkularını gözlerinden okuyabiliyordunuz…
Evimize gittim ve annemden birkaç tavuk kesmesini, bulabileceği en büyük kazanda bunları pişirmesini ve suyuna mümkün olduğu kadar çok makarna salmasını istedim… Üstümdeki azıcık parayla bakkala giderek alabileceğim kadar çok makarna aldım. Hepsini pişirdik, küçük kamyonetimize yükledik bunu ve yedirebileceğimiz kadar çok insanı yedirmeye çalıştık.
Kaybedilen bir savaştı bu – getirdiğimiz yiyecekler asla yetmezdi bu insanlara…
Tekrar askere dönmem gerekiyordu, bu yüzden köyden ayrılarak yeniden Lefkoşa’ya gitmiştim.
Nereye gideceğimi bilmiyordum, böylece stadyum yakınlarında bir ordu merkezinin bulunduğunu bildiğim bir yere gittim.
Askerliğimi yaptığım kamptan tanıdığım üç kişiyi görmüştüm orada. O sabah Girne’den gelmişlerdi. Bizim kampımız Glitotissa denen yerdeydi – bu da işgalin başlamış olduğu noktaydı…
Bundan sonra olanlarla ilgili bir kitap yazabilirdim ancak sözünü etmek istediğim şey, bulunduğumuz yerden yarım kilometre uzaklıkta Genel Hastane vardı. Kan vermeye gitmiştik çünkü radyodan sürekli çağrı yapılmaktaydı… Hastane, vücut parçaları kopmuş yaralılarla doluydu, koridorlarda ölüler vardı ve morg da doluydu… Bizden ölüleri bir kamyona yüklememiz için yardım istenmişti. Böylesi bir deneyim kadar insanı insanlıktan soğutacak başka bir deneyim yoktur sanırım… Bunun detaylarını bugüne kadar tekrar edemiyorum, anlatamıyorum – sadece bunu düşünmek bile beni hasta ediyor…
Bundan bir gün sonra ailemizden birisini teşhis etmemiz istendi ancak vücudu yoktu, sadece yüzüğü ve saati vardı…
Hastanedeki o ölü bedenlerden kurtulmak istemelerinin nedeni, gelmekte olanlar için yer açmaktı…
Ağustos’taki ikinci işgalden dönünceye kadar evimiz göçmenlerle dolmuştu, otuzdan fazla insan evimizde yerde yatıp kalkmaktaydı…
EOKA-B’ciler bizim savaştan dönmekte olduğumuzu, üstelik bu kez elimizde silah olduğunu görünce paniğe kapılmışlardı.
Derhal askeri polisi göndererek silahlarımızı teslim etmemizi sağladılar, sonra da bizi tekrardan orduya aldılar!
EOKA-B’cilerden intikam alma fikrinin birkaç gün kafamızda dolaşıp durduğunu itiraf etmeliyim ancak o kadar çok ölüm görmüştük ki, bunun ötesi bizi rahat ettirmeyecekti.
Ağustos 1974’ten sonra olaylar beni uzun süre etkisine almıştı ama hala hayattaydım ve şanslı olanlardan birisiydim…
Benimle birlikte Girne’de askerliğini yapmış olan arkadaşlarımın çoğu öldürülmüş, bazıları ise yakalanarak Türkiye’deki hapishanelere götürülmüşlerdi. Onların da anlatacak öyküleri vardır. Birkaç tanesini Avustralya’da buldum ve temasımızı sürdürüyoruz…
Bu satırları okuyan herhangi birisine sonuç olarak şunu söylemek istiyorum: EOKA-B ile Yunan cuntasının Kıbrıs’ta yaptıkları, yalnızca planlanmış olan oyunun “birinci sahnesi”ydi ki bu Türk işgaliyle “ikinci sahnede” devam ettirilecekti.
İngilizler bizleri 50’li yıllarda bölmüşlerdi, 1963-64’te herşeyi yüzümüze gözümüze bulaştırmıştık…
1974’ün mimarları Amerikalılar’dı, bunu uygulayanlar da Yunanlılar ve Türkler’di… Bizlerse her nasılsa bu plana uymuştuk.
Düşman veya kurbanlar da bizlerdik, biz Kıbrıs halkı – birbirmize saygı göstererek ve anavatanlarımızla barış içinde yaşamak isteyen biz Kıbrıs halkı…
EOKA B veya TMT veya başka ülkelrin gizli servislerine katılmış olanlar gerçek Kıbrıslılar değildir. Kendilerine “vatanseverler” diyorlar ancak çektiğimiz acılardan, HEPİMİZİN çektiği acılardan onlar sorumludur.
Ben intikam peşinde değilim, intikam aramıyorum ancak tarih kitaplarında gerçeğin yazılmasını görme umudu taşıyorum…
1963 veya 1974 ve hatta 50’li yılların olaylarını yaşamış olanlara, düşmanın komşu köyde olduğuna inanmaktan vazgeçmelerini söylüyorum… Böyle düşünmek fazla naifçe olur…
Düşmanımız, bizim AYNI halk olduğumuzu, tarihsel nedenlerden ötürü Hristiyan veya Müslüman olduğumuzu anlamayı başaramamaktır. Hem kültürümüz, hem de genetik yapımız aynıdır. HERHANGİ bir bölünmenin barışa ve refaha yol açmayacağını anlamamızın vakti gelmiştir. Ancak tek bir halk olarak gerçekten birleştiğimiz zaman iyi birer yaşam sürebileceğiz…
SORU: Avustralya’ya ne zaman gittiniz?
SPİRO KONSTANTİNU: 1978’de gittim. Amerika’ya gidecektim ancak geç kalmıştım savaştan ötürü – İngiltere’ye gittim ve bazı sınavları geçerek orada yol ulaşım mühendisliğine girdim.
DEVAM EDECEK