Matadordan değil boğadan yana olmak

Matadordan değil boğadan yana olmak


Sezai Sarıoğlu
sarioglusezai@gmail.com

“ (...) Sıradanlıkla kötülük arasındaki ürkütücü bağ üzerinde düşünmemiz gerekiyor. Çünkü bu bağ sadece Eichmann'ın Yahudileri ölüme sevk etmek gibi bir göreve neden itiraz etmediğini aklından geçirmediğini değil, Eichmann'ı yargılayan ülkenin pilotlarının Filistin halkının üzerine bomba yağdırırken neden üstlerinden aldıkları talimata itiraz etmediklerini de sormamızı sağlar... Milyonlarca Alman'ın komşuları birer ikişer kaybolurken neden ses çıkarmadığını, ya da kendisi de zulme uğramış bir halkın, kendi devleti başka halklara zulmederken neden sessiz kaldığını da... (...) Ama bir ülkede kötülük hakim olabiliyorsa eğer, bu cani ruhlu insanların sayısı arttığı için değil, kötülük sıradanlaştığı içindir. İnsanlar 'görev', 'vatan', 'millet', 'bayrak', 'ezan' adına kolayca kötülük yapabildiği, insanları birleştiren ideoloji hem çıkarı gizlediği hem de sorumluluk duygusunu başkalarıyla paylaştırdığı içindir. " (Nurdan Gürbilek, "Sessizin Payı")

Dünyada söz fazlalığı var... Bir yandan sözün bastırılması öte yandan söz ve hafıza patlaması yaşanan ironik bir dünyada yaşıyoruz. Yanlış bir ülkede yaşayıp yan masada oturan, işaret ve itiraz parmağını yitirmeyenlerden bana sorarsanız; dünya sönmeyi unutalı çok oldu, aklına gelince de yanlış dönen dünyada, yanlış yaşayan, yanlış yaşlanan ve yanlış ölen dünyalılar arasında kalan ömrümüzü teslim olmadan geçirmenin inadı ve ısrarındayız. Tanrının olup bitecekleri yazdığı Levh-i Mahfuz'a uygun bir kader/keder tasavvuruna bağlı seri katillerle ve katliamlarla baş etmeye çalıyoruz. Devletin gittiği yere din(ler), din(ler)in gittiği yere devlet(ler) gidiyorsa, "salla bayrağı düşman üstüne" diyen devlete ve dine el basan "medya" durur mu? Yazı da, tura da gelse, para çamura saplanıp dik de kalsa devlet ve din kazanıyorsa bu ontolojik travmanın tetiklediği tarihsel, güncel ve siyasal işaretleri iyi okumak gerek. Dünyalılar arasında söz fazlalığına "savaş" ve "barış" kavramları da dahil. Tarihsel ve güncel bağlamından koparılan "Barış" sözcüğünün cins isim haline getirileli çok oldu. Türkiye'deki devletli medya Kürtçe ve Kürdistan sürgünü gizli Kürt Cemal Süreya'nın "Barış demiştir ve güvercin tıkmışlardır boğazına" dizesindeki mecazı hakikate dönüştürmekle maluldür. Hal böyle olunca da "konjonktürel" bir durumdan değil yapısal sorunlarla malul tarihsel olarak oluşmuş aygıtlardan söz ediyoruz. Bunun anlamı, medyanın, "rızayı/hegemonyayı" yeniden üretmenin de ötesine geçerek zor ağıtlarına dönüştüğünü görmek gerek. Ulus devletin, çıplak ve örtük zoru mülkiyetinde tutma hakkını medyanın yeniden üretmesi "diyalektik rastlantı" değil tarihsel bir sürekliliktir.

"Katliam", "normal" dönemler ve "çözüm süreci" dahil medyanın başından itibaren "savaş medyası" olduğunu, Marx'ın kulağını çınlatarak söylersem, sadece "para-meta-para" üzerinden değil, Ece Ayhan'ın "Esas duruş mülkün temelidir" kuralına göre iç ve dış düşmana göre biçimlendiği, dilini süngü/mermi olarak kullandığı bilinmelidir.

(Bu vesileyle, derin "gazeteci" Ömer Sami Coşar'ı ve CHP Demirtepe Ocağı’nda anti-komünist gençleri Pertev Naili Boratav, Niyazi Berkes ve Behice Boran'ın üstüne salan tarihe “Dil Tarih Baskını” olarak geçen linç girişiminin mimarı hem "şair" hem "milli" hem de "derin" Behcet Kemal Çağlar'ı Kıbrıslılara hatırlatmak bu vesileyle hatırlatmak isterim.)

"Ateşkes" askeri olarak namluların havaya kaldırılması, siyasi olarak ise dilin; "sıcak" ya da "soğuk savaşa" göre değil, barış, özgürlük ve adalete uygun kullanılmasıdır. İllaki bir kavramlaştırma yapılacaksa, ulus devletin Türkçü ve İslamcı cümlelerini tabu-tapu kılan her biri "medya devlet", "nöbetçi devlet" olarak kavramlaştırılabilir.

Dostoyevski, "Hepimiz Gogol'un paltosundan çıktık" demişti. Türkiye'de siyaset (bakınız partiler), edebiyat (bakınız muvazzaf ve üniter edebiyat) ve medya (bakınız yalan ve savaş makinesi medya) geleneği İttihat ve Terakki'nin siyasal ruh ikizi Kemalizm'in kaputundan çıkmıştır. F Tipi Cezaevleri toplum modeliyse, tarihin marangoz hatası ulus devletlerin dünyalıların müebbete mahkum olduğu "UD Tipi" (Ulus Devlet Tipi) cezaevleri olduğu söylenebilir. Yaşının yarısı kadar hapishanelerde yatan şair Şehmus Ay'ın, hapisten çıktıktan sonra dışarının haline görünce tarihe not düştüğü "Çıkarın beni bu dışarıdan" dizesini "çıkarın beni bu devletten, medyadan!" şeklinde günümüze tercüme edebiliriz. Şiire yolumuz düşmüşken, Adorno’nun çoğu kez yanlış anlaşılan “Auschwitz’den sonra şiir yazılamaz” cümlesi de dahil olsun muhabbete. Evden sokaklara ve devrime kaçıp ilk yenilgide tekrar eve devlete dönen kuşağın, hâlâ teslim olmayan devrim "artıklarının" yapması gereken; 82 yaşında evden kaçıp doğru yaşamayı deneyen Tolstoy'dan ders alıp yeniden sokaklara ve devrime kayıtlanmaktır. Hayatı sürgünlerle geçen Eduardo Galeano, "Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri" kitabında "Ben her zaman boğanın tarafını tuttum, matadorun değil ve hâlâ aynı taraftayım..." demişti... Doğru söze, devlet ve medya değil, şiir, aşk ve devrim çıkarılır, deyip devam edeyim...

Yüzden fazla aşkıyanın bedenlerinde mermi/bilye soğutarak devlet dersinde öldürüldüğü, ipini devlete bağlayan medyanın milliyetçi-ırkçı bir hezeyanla gerçekleri karartmaya çalıştığı,"anneler uzun zamandır çocuklarını/ ağaç, su, dağ diye çağırıyor/ anneler uzun zamandır/ ölüm diye çağırıyor çocuklarını" diyerek bir alıntı paylaşalım: “... bir arkadaşımdan mektup aldım. Diyordu ki; ‘Darbenin 20. yıldönümünde yaklaşık bir milyon insan üç gün boyunca unutuşa karşı sokaklardaydı. Stadyumlarda bile insanlar askerlere karşı şarkılar söylüyorlardı. Cumartesi akşamından Pazar akşamına kadar Plaza Del Mayo’da kalıp Victor Jara, Quilapayun, Inti Illimani; Menderes Sosa ve Vieleta Parra şarkıları söyledik. ‘No Pasarân’ diye bağırdık. Askeri darbe saat 3’te olmuştu. O saatte, kayıp insanların oğulları ve kızları-on binden fazlaydılar- Buenos Aires sokaklarında meşaleler ve mumlarla yürüdüler... Sonra Plaza Del Mayo’ya gidip bekleyen anneleri buldular. Onlara ‘siz biraz dinlenin, biz mücadeleye devam ederiz’ dediler. Anneler artık çok yaşlılar, çoğu yetmiş yaşlarında. Bir kısmı da çoktan öldü. Çocukların kurduğu örgütün adı ‘H.I.J.O.S’. Anlamı ‘unutuşa ve sessizliğe karşı, kimlik ve adalet için’. Aynı zamanda ‘hijos’ çocuklar anlamına geliyor... Tahmin edebileceğin gibi günlerdir ağlayıp duruyorum.' Kimlik üzerine yazarken üstümden geçen, dilimi kenetleyen bu ‘unutuşa ve sessizliğe karşı, kimlik ve adalet için’ harekete geçmiş milyonlarca insan karşısında ne söyleyebilirim? Yazıyı bitirip ben de ağlayabilirim ancak, yaptıkları ve yapamadıklarımız için.” (Meltem Ahıska, “‘Kimlik’ Kavramı Üstüne Fragmanlar”, Defter dergisi, Bahar 1996)

Ağlamak şu sıra, her zamankinden çok "İlk gözyaşının tarihini bulmak" anlamına geliyor...

 

Dergiler Haberleri