Geçen haftanın yarıdan çoğunu, Akdeniz’in karşı yakasında geçirdik…
"1. ULUSLARARASI AKDENİZ KÜLTÜR KENTLERİ SANAT BULUŞMASI"nın konuğu olarak iki gün Mersin’de; üç gün de Antakya’da etkinliklere katıldım…
Akdeniz Sanat Oluşumu (ASO)’nun, Mersin ve Antakya’daki kültür sanat örgütleriyle işbirliği içinde bu yıl ilkini gerçekleştirdiği etkinlikler, panel, söyleşi, sergi, konser, dinleti, ödül törenleri gibi, geniş bir yelpazede gerçekleştirildi.
Yurt dışından gelecek 5 konuğun, kendi ülkelerinde ve Türkiye’deki şartlar yüzünden; etkinliklere katılamaması; Mersin’deki organizasyonda yaşanan bazı olumsuzluklar ve deneyimsizlikler yüzünden kimi aksamalar yaşanması, hoş olmasa da; İyi bir “başlangıç” yapılmış oldu…
2009 yılında hazırladığım “Çağdaş Kıbrıs Türk Şiiri Seçkisi”nin, Arapça’ya çevrilip Şam’da yayınlanmasına (2013) büyük katkı koyan değerli dostum Mehmet Karasu’nun davetiyle katıldığım bu etkinlikte en büyük kazanımım, yeni dostlar edinmek oldu. Mersin’de tanıştığımız her beş kişiden birinin; Antakya’da ise üç kişiden birinin Kıbrıs’la yakın bağlantılarının olması, (sürpriz olmasa da) anlamlıydı.
“AALEN Antakya Kültür Derneği” başkanı ve bu “Sanat Buluşması”nın öncülerinden olan Mehmet Karasu, ASO Kültür / Sanat / Edebiyat Dergisi”nin “Sanat Birleştirir” belgisiyle yayınlanan özel sayısında “BULUŞMA”nın hedefini şu satırlarla özetliyordu:
“Anadolu’nun en güney noktasında, Antakya kentinin, halkının, yazarının katkısıyla etkinlik düzenleme tavrının arka planında, edebiyatın ve edebiyatçının onurunu kamuoyunda yükseltmek anlayışı yatmaktadır.
Kültür ve sanatın alabildiğine popülerleştiği günümüz koşullarında, edebiyatın derin sesini insanlarımıza duyurmak gerekiyor.”
Her iki kentte de, “Buluşma”yı organize edenler kadar; katılımcıların da kadın ağırlıklı olması; geniş bir etnik yelpaze ve çok dilliliğin etkinliklerde hakim olması, ayrı bir renk katmıştı ortama.
Mersin’deki ilk gün etkinliklerinin ardından, Antakya’dan gelenlerin de katıldığı “Açılış Programı”, bir saat gecikmeyle başlayıp; gereksiz yere uzatılınca (tüm bunların üstüne ses düzeni de sorun çıkarınca) salonu dolduranların merakla beklediği “Antakya Defne Barış ve Dostluk Korosu” konserini yarım bırakmak zorunda kalmıştı ama; gece yarısı başlayan Antakya yolculuğumuz boyunca (otobüsle 3.5 saat boyunca müthiş bir enerjiyle) bütün şarkıları çalıp söyleyerek, keyifli bir yolculuk sunmuşlardı bizlere…
“Antakya Kültür Derneği”nde aktif olarak çalışan (içlerinde yönetim kurulunda yer alanlar da vardı) koro elemanlarıyla yolculuk boyunca kurduğumuz “sıcak dostluğun” “rastlantısal” olmadığını, Antakya’da geçirdiğimiz üç gün boyunca daha iyi anlayacaktık…
“Medeniyetlerin Beşiği” bu çok kültürlü; çok dilli; çok dinli kente yaraşan; müthiş misafirperver, dost canlısı insanlarla geçirdiğimiz üç gün boyunca; hoşgörünün, özverinin, katıksız dostluğun sofrasında ağırlandık. Gerek, Aalen Antakya Kültür Derneği ile Türkiye Yazarlar Derneği Temsilciliği'nin ortak kullandığı binada oluşturulan “Enver Ercan Kitaplığı”nın açılışında; “Şiir ve İnsan” temalı bildirimi sunduğum etkinlikte; gerekse sergi açılışı ve diğer etkinliklerde hep aynı sıcak, ilgili havayı soluduk…
Tarih, doğa ve insanın bütünleştiği (Ezan, Hazan ve Çan sesinin birbirine karıştığı; barış içinde dostça yaşamanın vitrini) o müthiş coğrafyada bulunmak; sanata gönül vermiş, erdemli insanlarla üç günü paylaşmak müthiş bir deneyimdi bizler için…
Türkiye’de geriye kalan tek Ermeni köyüne (130 kadar Ermeni’nin yaşayıp; organik tarımla uğraştığı şirin bir köy) gittiğimizde; bu köyün Üniversiteden bir arkadaşımın köyü olduğunu öğrenmemdeki şaşkınlığı; devasa “Musa ağacının altında da yaşamıştım…
1000-1200 yıllık geçmişi olduğu tahmin edilen bu çınar ağacının, çevresi 20 metreyi aşmaktadır.20 m. Yüksekliğindeki ağacın, 7.5 m. çapındaki gövdesindeki boşlukta, geçmiş yıllarda Hıdırbey köyünde yaşayanlar berber dükkânı işletirlermiş. Yakın geçmişte, DSİ tarafından dere ıslah çalışması sırasında, Çınarın kökünün önemli bir bölümü, dolgu toprağı altında kalınca, gövdedeki o büyük boşluğun yarıdan fazlası da kapanmış. Söylenceye göre, Hz Hızır ile Samandağ buluşmasından sonra “Musa Dağı”na çıkmak üzere yola çıkan Hz. Musa burada soluklanmak için durmuş; o ünlü asasını yumuşak toprağa saplayıp; hemen yanındaki dereye su içmeye inmiş. Geri döndüğünde, asanın bir çınar filizi haline geldiğini ve yeşerdiğini görmüş…
Bu bir söylence elbette ama, o bölgenin toprağı o kadar verimli ki hangi dalı toprağa soksanız filizlenecek hissi veriyor…
Oraları gezince, Antakya’nın medeniyetlere beşiklik etmesinin rastlantısal olmadığını daha iyi anlarsınız…
Orası, Mezopotamya’nın Akdeniz’e; Akdeniz çevresindeki medeniyetlerin de Doğu uygarlıklarına açılan Tek Kapısı çünkü…