İnsanı incelten, dünyayı daha yaşanılır kılan edebiyat ve sanat (biz ne kadar yırtınırsak yırtınalım) bugün dünyada ve bizde, yazılı ve görsel basında hak ettiği yerini bir türlü alamıyor…
Oysa sanat, insan zihni, duyguları ve bedeni için, insanlar ve toplumların gelişmesi için vazgeçilmez bir araçtır…
Özellikle, çoğul kültürlerin kimliklerini korumada ve demokrasilerin yaşamasında sanata büyük görev düşüyor; çünkü, sanat hem yaratıcılığı körüklüyor hem de eğitimde yeri tutulamaz bir araçtır.
Sanatın, geçmişle - gelecek, eskiyle - yeni arasında köprü kurmada öncü bir yeri vardır.
Bu bağlamda, herkese sanatı yaymak, yaygınlaştırmak adına büyük görevler düşüyor.
MEDYA SANAT
Cemal Süreyya, televizyonun fotoğrafı öldüreceğini, düşünceyi ise, tümüyle yok edeceğini söylemişti. Bugünün gerçeklerini düşündüğümüzde ona kısmen hak vermemek olası değil: ama, daha büyük bir gerçek ise şudur: Televizyon, fotoğrafı öldürmedi. Artık, görsellik ön planda, düşünce ise fotoğraf altı’na dönüştü…
Gelelim Sanatın medyada yer bulabilmesine.
Sanatın medyada yer bulabilmesi için, öncelikle özgür düşünce ortamının sağlanması gerekiyor…
***
Bugünkü medya ortamında ağırlıklı olarak sistem kapitalist ilişkiler üzerine oturtulmuştur.
Kapitalizmin kendi kendini aklama çabası olan “reklamlar” ise, “özgür bireyler” yaratmaktan çok, tek tip düşünen, tek tip tüketen ve yaşamını belli tüketim kalıpları içerisinde düzenleyen bireylerin yetişmesini körüklüyor. Böyle bir ortamda, sürünün kara koyunu olanın, kralın çıplak olduğunu söyleyenin vay haline!.. Eskiden gazetelerde yazarlar vardı, şimdi ise onların yerini yazar kasalar aldı. Çoğu da kralın çevresindeki ulemalara dönüştü…
Çıkar ilişkileri içinde maalesef medya sanatı yozlaştırmıştır. Çok azı dışında, yazara kitaba, sanata gerçek anlamda sahip çıkılmıyor…
Belki yaşam(ımız)ın bunca sığlığı ve tekdüzeliği de bundandır.
RÜZGARA YAZILANLAR…
(378)
Evin en geniş odası, kutularca kitap ve okuduğum onca yazı, izlediğim onca konferans, açık oturum vb. aldığım notlarla dolu. Arkamdan çocuklara çok iş bırakmamak için, o odadaki yoğunluğu azaltmaya karar verdim. Kitaplarımın bir bölümünü AKM’ye taşıyacağım…
Ve yaşlanmak…
Ben sanıyordum ki yaşlanmak, “ergenliğe veda etmek” demektir. Kendini tamamlama, tamamlanmış sanma yanılgısıdır; çünkü, tamamlanma bir tür ölümdür…
Yeni bir şey görememe, bilememe halidir. Dünyanın adalet terazisine çıkıldığında ağır basma isteğidir, eşitliği bozma çabasıdır…
Çocukluk başlangıçtır ama son olan ihtiyarlık değildir…
Çocukluk, bir yaşam boyu peşimizdedir…
Bir tavırdır o artık, daima gerçekleştirilen…
Ve çocukluk, geriye dönüş değil…
Yaşanan an’a ait olmalıdır…
(379)
Onu yıllar sonra ilk kez görüyordum… KTÖS’de aynı dönemdeydik ve aynı kavgalardan geçtik. Uzun süredir görememiştim onu. Ne yaptığını, nelerle vakit geçirdiğini sorduğumda, aldığım yanıt beni çok şaşırttı. Kendini tamamıyla her anlamda “kazanç elde etmeye” vermişti; ama, hala muhalifmiş.
***
Onu, o anda üzmek istemedim; Ama, hala ağırlığı üzerimde:
“Bu kadar dayanışmasızlığı, bu kadar uzaklığı, okumamayı, dostları aramamayı nasıl kaldırabilir bir insanın yüreği… Ve onuru ve bilinci…”
Öyle çok geçti ki içimden ona – en azından - şu sözleri söylemek: “Şimdi sana ve yaptıklarına baktıkça… utandırmış olmuyor musun o eski kavga arkadaşlarını!” demek geçti içimden; ama demedim…
(380)
Çoktandır Vasilya’ya gidemedim… Ama, anılar o kadar canlı ki içimde… özellikle, sonbaharda üşüyen çiçeklere dokunmak! ikindi üzerleri, göçmen kuşların vedasını izlemek… ve her akşam üzeri iki baykuşun tam evin avlusunun önündeki tele konarak uzun uzun bakışmamız….
Ve deniz… O masmavi sihirbaz…
Hepsi gözümde – yüreğimde tütüyor…
(381)
Yukarıdakileri yazarken başka bir şey geldi aklıma: bir cümle: Çehov’dan:
“Doğa, ahlakı kovuyor…”
Ve içim acıdı… Çünkü, bizim ülkemizde her zaman, “Ahlak doğayı kovmuş…”
Kovmayı da sürdürüyor…
(382)
Yoksul gözlü, iyi huylu, solgun, yorgun ve sessiz Lefkoşam… sana ulaşamıyor, kavuşamıyorum… Seni, çok özlüyorum…
Nicedir, “ben taa senin yanında dahi hasretim sana…”
Dolaşıyor, dolaşıyor, dolaşıyorum sokaklarında… Bazen bir an olur, kırık bir çeşme, eski yıkık bir duvar, bir ev, yaşlı bir anı karşısında, sana kavuştuğumu hissediyorum…
***
Bende o kadar acı birikiyor ki sana dair…
Bandabuliya’yı daha gidip göremedim…
Sanıyorum ki hiç gidemeyeceğim: Babam orada sanki beni bekliyor. Ortağı, komşuları, onca tanıdık… Onca anı…
***
Seni çok göresim geldi Şeherim…
Lefkoşam…
Bunu sen de biliyorsun…
Öyle hasretim ki… Sana çocukluğumun gözüyle bakıp… Sarmaş dolaş olmaya… Ama, sen de yaşıyor ve biliyorsun ki…
“Ateş, ekmek, su…
Alındı elimizden
Sevdanın kokusu…”