Ambeligulu Mehmet Aziz 1964’te “kayıp” edildiğinde 11 yaşlarında olan kızı Necla Beysoydan, yedi çocukla hayatta kalmaya çalışan annesi Samiye Hanım’ın verdiği çetin mücadeleyi, yaşadıkları acıları anlatıyor…
Ambeligulu Mehmet Aziz 1964’te “kayıp” edildiğinde 11 yaşlarında olan kızı Necla Beysoydan, yedi çocukla hayatta kalmaya çalışan annesi Samiye Hanım’ın verdiği çetin mücadeleyi, yaşadıkları acıları anlatıyor…
Necla Beysoydan’la röportajımızın son bölümü şöyle:
SORU: Eskiden bir keseciğe koyup asarlardı da…
NECLA BEYSOYDAN: Bizim, babamın cüzdancığının içindeydi. “O zaman bulunursa, çok kolay bulacayık” dedi bana DNA vermeye gittiğimiz yerdeki hemşire. “Ama yedi kardeştir” dedi… “Annem hamileydi yedi aylık babam kayıp olduğunda, yedinci odur – çok iyi bilirim, babamın cüzdanının içinde altı tane göbek bağı vardır” dediydim. Taşırdı üstünde.
Aynı şeyi ben da uygularım.
Böyle pamucuğun içinde altı tane göbek bağı, babamın cüzdanında… Craven A sigara içerdi, hatta sordulardı bana “Babanın ayağında kırık var mı? Dişleri sökük mü?”
Dedim “Yalnız dişleri söküktü, hiçbir kırığı yoğudu… Fidan gibi boyu vardı babamın…”
Boylu poslu biriydi…
Bulundu mu, bulunmadı mı Sevgül Hanım, hiç bilmeyik…
Hep annem derdi, “İnşallah buluruk kendini da, beni da yanına gömün, beni da yanına gömün…”
Şimdi derim, bir zaman babam bulunursa, napacayık? Annem Güzelyurt’ta gömülü, yer yok yanında… O zaman aklım kesmedi, iki yer alayımdı…
SORU: Olmazsa Lefkoşa’da iki yer alıp, yan yana defnedeceksiniz…
NECLA BEYSOYDAN: Annemi çıkarıp götüreyim? Bir mezara ikisi olmaz?
SORU: Onu denediler işte, Depreliler çok istediler “kayıp” babaları bulununca anneleriyle aynı mezara defnetsinler… Ancak bir türlü olmadıydı… Tekke Bahçesi’ne defnettiydiler Ömer Depreli’yi… Bulunduğu yere yani…
Belki hem Kıbrıslıtürkler’e, hem Kıbrıslırumlar’a bir çağrı yapmak istersiniz, bilen varsa çıksın söylesin diye…
NECLA BEYSOYDAN: Vallahi benim hep bütün temennim, herkes ne bilirsa, korkmadan söylesin çünkü bu, insanın başına gelmediğinde bilmez ne biçim bir duygudur… Ben kaç yaşındaydım babam “kayıp” olduğunda? 11 yaşındaydım… Şimdi 66 yaşındayım… Ve hala daha babamı beklerim, şu anda girecekmiş gibi bir duygu var içimde çünkü hiç kendim kabullenemem ki öldü.
Derim “Öldü, yaşamaz bu yaştan sonra” ama kalbim kabul etmez ki öldü… Hep onu beklerim, ha gelecek, ha gelecek… Ama günden güne ümitlerimiz bitti…
Temennim, her kim bir şey bilirsa, söylesin – bu vicdanazabıynan gitmesinler… Bizim da yüreğimize biraz su serpsinler…
Ha iyi bir şey değil ki bize söyleyecekler, “Öldü” diyecekler ama bilelim, kemiklerini bulalım, koyalım çünkü ben her arife günü, bayramlarda, giderim alırım çiçeğimi da, bohurumu da, giderim bir kimsesiz mezara, babamın adına yakarım…
Benim kocam ilk önce beni oraya götürür, yakarım bohurunu, onun adına yakarım, ondan sonra öbürlerine, annemin, kaynanamın mezarlarına giderim…
Bu acıyı bize dindirsinler artık… Bileyim babamın kemiklerini, gideyim dökeyim kendine bir su… Ki artık keser ümidini da insan…
Bilinmeyen mezarlara gitmeyelim artık…
Bize yardımcı olsunlar…
Bilinmeyen mezar dediğim mesela mezarlıkta giderim, bir mezar görürüm çökmüş, kimsesiz… Ben onun çiçeğini da koyarım, bohurunu da yakarım, suyunu da dökerim… Babamın adına…
Hem ona okurum dua, hem babamın adına…
Bu, senelerdir, kendimi bildim bileli hep öyleydi… Senede iki defa arife günlerinde, kimsesiz ya da çocuk mezarlarına koyarım çiçeğimi, yakarım bohurumu, dökerim suyumu…
Ben hiçbir zaman kin gütmem… Ben mesela istemem, bak onlar da insandır… Ben bilsem Rumlardan birinin nerede gömüldüğünü, korkmadan çıkar, haykıra haykıra söylerim… “Aha buradadır senin ailen” derim… Hiç korkmam… Çünkü ben bu acıyı bilirim… İstemiyorum bir daha harp çıksın, bu yaşadığımız şeyleri yaşasın çocuklarımız da… Onlar da insandır…
Ben gittim Baf’a, evimi göreyim o zaman şu açıldıydı yollar. Gittiğimde da dedim, “Bu ev gizimdir”, kadın bana ne dedi? “Gel kızım” dedi, “Al aha, gahve da oraştadır, ocak da, sizindir hep…”
Dedim kendine “Yok deyze, şimdi sen oturun” dedim.
“Yok, yok!” dedi, evim gibi yaptırdı bana kahvemi, bak ben ne mutluyum… Kaçacağımda, ille oturtsun bizi yeylim… Dedim “Yok, biz yedik yemeğimizi da geldik…”
Hediyesiynan bana… Tepsi verdi bana hediye… Yani Rum’dur, napayım?... O da insandır… Ben da insanım… Bizi bu hallere düşürenler çeksin şeyini…
Yani benim babam gitti, yedi tane çocuğnan anam kaldı… Anam istemezdi yaşasın?
Ben şimdi düşünürüm, derim “Anam, vay anacığım” derim, “ne sıkıntılar çektin! Da buraya kadar getirdi bizi…”
Şimdi bak, herkesin kemikleri bulunur, derim bir taraftan da iyi ki öldü da, bu acıyı da çekmeyecek…
Ama işte, bir şey deyemeyik…
Bu “Rum kavgası-Türk kavgası” bitsin artık!
Bir anlaşmaya varsın insanlar…
Her geçtiğimde o barikattan da görürüm, derim “Neyin sayımını yapacan sen? Bırak, aç yolunu, herkes gitsin gelsin…”
Ama maalesef… Maalesef asıl böyle mandıradan çıkar insan da gider sıraya, öyle… Bitsin artık, neyin kavgasını yapar bu insanlar?
Gerçekten isterim bu Boğaz’daki yetkililerden da, öyle bir şey varsa, babamı, bilirlersa söylesinler yahu… Boşuna gidip da aramayalım başka yerlerde… Çünkü ilk “kayıplar”dı – daha bu kadar çok insan ölmediydi, “kayıp” olmadıydı… Bir da o günler çok sıkıydı, nasıl geçti babam da gitti oraya? Neredeysa imkansız bir şeydi geçmek Rum tarafına… Her yer kapandı, nasıl geçti? Demek ki bu yanda öldürdüler kendini bizimkiler, alsınlar elinden kamyonu diye. Çünkü babam ille annem doğuracak diye geleceğdi yanına… Çok severdi annemi… Çocuklarını çok severdi… “Galamam” derdi halama, teyzeme… “Ben bunda, Samiye onda yalınız… Doğuracak, yanında olmam lazım…”
Hatırlarım, bir takım diktirdiydi babam, kahverengi… Da onun içine da bir yün ceket işlerdi annem, yılbaşında babam için… Ve annem o takımları, senelernan duttu, gelecek kocası, geyecek diye. Gelmedi… Ondan sonra annem çıkardı da verdiydi birisine, geysin… Fakir birine…
Gece, bütün gece işlerdi, bilin köy insanları hep yüncük işlerdi… İşledi ve hep asılı kaldı, ha kocam gelecek, ha gelsin, ha kocam gelecek… Ne geldi, ne gitti, işte… Bugüne kadar bekleriz… Sağlığını beklerkan, şimdi kemiklerini beklerik…
Onun için insanlar neyi bilirsa, anlatsınlar…
Gömülü yerleri söylesinler… Biraz insanın yüreğine su serper… Yani bilir artık…
Babamı da bu yanda öldürdülersa da gömdüler, söylesinler… Söylesinler, “Biz öldürdük, filan yerdedir…”
Tekke Bahçesi’ndeki bütün mezarları kazsınlar… Madem çıktı oradan, demek ki herkesi onun içine gömdüler… Yani bulunsun artık, bizi da rahatlatsınlar… Biz ölüyoruk gidelim… Şeker geldi, kalp geldi bize… Hep bu dertlerden… Kolaydır bir kadın, yedi tane çocuk büyütsün? Acısız şeysiz? Aç kaldık, susuz kaldık, horlandık ettik, çöplerden bir şeyler toplayarak yerdik. Bazı insanlar da hiç unutmam, göçmenidik, bazısı alırdı karpuz da yerdi, dikilirdik karşısına da o yedikleri karpuzların kabuklarını gider alırdık çöpten da yerdik, küçüğüdük… Az çekmedik…
Çok şükür şimdi… Evlendik ettik ama o çektiğimiz acıları da unutmayık.
Şeyim olsa bir roman yazardım çünkü annemin çektiğini ben çektim… Ben bilirim… Biz ölüyoruk, çocuklar hiçbir şey bilmez. Anlataman… Zaten her anlattığımda sinirlerim bozulur. Anlataman… Annem derdi bir zaman “Okuma yazmam olsaydı, roman ederdim be çocuklar neler çektiğimizi” derdi. Ama annemin söylemesine, romanını yazmasına gerek yok çünkü ben hep onları yaşadım, gördüm, gün gelir derim keşke ben da bir kitapçık olsun yazsaydım bunları… Ama dertlerden fırsat bulamadık… Yapamadık. Şimdi her gün için beklerik kemiklerini…