Enver Ethemer
Mehmet Erdoğan’ın EMAA’da yer alan “Rüyamda bu kadar Yorgun Değildik” sergisi hem kişisel hem de toplumsal olarak yorgunluklarımız üzerine düşünmemiz için farklı bir pencere sundu bizlere. Küçük ama sorunları yoğun bir adaya doğmak, bölünmüşlük travması, gelecek kaygısı, politik ve toplumsal sorunların gölgesinde büyümenin verdiği bir yorgunluk bu. Belirsizliğin yönettiği geleceği nasıl kurgulayacağımızı anlatan düşsel bir masalın fotoğraflanmasıydı sergi. Sergi hakkında o kadar çok söylenecek şey var ki, ben hepsini bu yazıya sığdıramayacağım için seçmiş olduğum üç fotoğraf üzerinden küçük pencereler açıp serginin vermiş olduğu mesajların Psikanalitik Kuram çerçevesinde toplumsal ve bireysel yansımalarını aktarmak istiyorum.
Modern diye nitelendirdiğimiz ve 21. yüzyıl küreselleşme ve kapitalizminin oluşturduğu üretim, iktidar, politik ve sosyal düzlem aslında aynı zamanda insanı yabancılaştıran ve “kendine ötekileştiren” bir sistematik üretmektedir. İktidar, ilişkileri anlamak için kültürel ve siyasal bir alan oluşturur; bürokratik akılcılık ve bireyselleşme, bütün kitlesel psikolojik zorlamaları yükseltir. Dev şirketler ve küresel kapitalin yönlendirdiği bürokratik akıl ve bireyselciliğe dayalı yeni politik ve ekonomik oluşumlar, bireyi ve toplumları özgürleştiriyor gibi görünse de, aslında “köle-efendi” dinamiğini yeniden üreten, toplumları tek tipleştiren ve bireyleri objeleştirip “yabancılaştıran” bir yeniden üretim sürecidir. Bu aşamada insanlar “özgür” gibi görünseler de, aslında kapitalizm insanlara kendi özgürlüğünü sunuyor. Yani insanların yaşamak için çalışmaktan başka çaresi yok gibi görünüyor. Bütün bunlar “efendi/köle” ilişkisini temel almış toplumsal yapıyı yeniden üretiyor. Maniple edilmiş bürokratik tüketim toplumunun yapısında bir istikrarsızlık var. Bu istikrarsızlık, bağımlı olduğu sahte doyumları artırmak zorunda. Toplumun içsel eleştiriden, yorgunluklarından ve yabancılaşmadan uyanması; bireyin özgürleşmesi, “kendi ötekileşme” zincirini kırması, “mutlak” toplumsal özgürlüğü ve dayanışmayı sağlaması, Marks ve Psikanaliz’deki “özüne dönen birey yetisi”ne ulaşmak ve “yabancılaşma irrasyonalitesinden” sıyrılmak güçlü–analitik birey odaklı dönüşümü yapmaktan geçer.
Birinci Fotoğraf: Dolap
Fotoğrafta objeleşmiş bir insan portresi çizilmiş. Kişinin, aslında dağınık ve karmaşık odadaki nesneleri içerisinde, objeleşmiş ve kapitalist kültürün sömürü aracı haline gelmiş ötekileşme süreci yansıtılıyor. Fotoğraf, tüketim toplumunda yaratılan hiyerarşik toplumsal iktidarla sınıfsal sömürüyü belirlemeyi ve kişinin kimlik ile varlığının sadece tüketimden geçtiği mesajını -objeler arasında özneyi etkisiz kılarak- yansıtmayı hedeflemiş. Birey ve otoriter yapı içindeki kapitalist düzen, tekelci ve tahakkümcü iktidar yapıları yaratmakta ve bireyler de bu düzeneğin parçası haline gelerek kendi benlik ve özlerinden uzaklaşıp bu yoğun ekonomik kaos ve tek tipleşmenin birer öznesi olmaktadırlar. Bu durum ise, Psikanalitik teorinin de belirttiği gibi, “kendinde yabancılaşma” ve “ötekileşme”yi yaratmakta ve bireysel otonomiyi parçalamaktadır. Böylelikle birey sonu gelmez bir döngüye bağlanıp kapitalist düzen içerisinde sistemin ister istemez bir parçası olmakta ve kendi ürettiği bir yorgunluğu temsil etmektedir. Bu aslında metaforik olarak “dolap” konsepti ile örtüşmekte ve hapsolan bireyin çaresizliğini vurgulamaktadır. Bir yandan bu döngünün dışında durmaya çalışan birey, bir yandan da ekonomik tüketimi sonucunda -Psikanalitik Kuram’da ifade edildiği gibi- “haz ve dürtü”lerinin kölesi olmakta ve böylece kendi otonomisi ve kimliğini tamamıyla “kozmetik” ve “sentetik” değerler ile üretmektedir. “Zaman” dilimlerine ayrılmış günlük hayat içerisinde bireyin, kapitalist ekonomik sistemin parçası haline gelip “materyal” kazanç elde etme güdüsü ve şartlanması vardır. Böylece birey bu kapitalist kölelik döngüsü içerisinde kendi “yorgunluğunu” üreten obje olmaktadır; mutsuzluk ve doyumsuzluğun beslediği kapitalist düzenekte kişisel yorgunluğunu da yaratıp “dolap” içerisine hapsolmakta ve kendi öz anlamını yitirmektedir.
Mehmet Erdoğan, bireyin ötekileşmesini, kapitalist sınıfsal ekonomik kölelik düzenin bireyi kendinden uzaklaştırıp sürreal hazlar ile kendine yabancılaştırmasını ve objeler arasında yok olmuş öznenin çaresizliğini/hapsolunmuşluğunu “dolap” metaforu ile yansıtmış ve fotoğrafta “askıya asılı ama belirginliği yok olmuş” nesneler kullanmıştır. Bu, sınırları belirlenmiş bir yaşam şeklini ifade etmektedir. Hep “daha zayıf”, “daha güzel” ve “daha akıllı” için çabalarken “yorgun” olma hali normalleşmiş bir süreç oluyor.
Tema 2: Politik- Toplumsal Yorgunluk
Fotoğraflardan birinin arka planında bulunan “aile yemeği sessizlikleri” anekdotuna takılıyorum ve bu “bireysel yabancılaşma” ile “sentetik hazlar” sarmalında bireyin nasıl kodlanmış rolleri ve ifadesizliği üstlendiğini görüyorum; ayrıca bireyin inisiyatif alamayan mekanik bir objeye dönüştüğünü kurguluyorum kafamda. Yukarıda bahsettiğim materyal hazların ve kapitalist tüketimin yönettiği akılcılık ile yönlenen birey, toplumsal ve kamusal düzlemde de, yorgunluk ve ifadesizliğin sembolü haline geliyor. Sessizliklerimiz, yüzleşemediklerimiz ve ifade etme korkularımız başka bir düzleme geçiyor.
Ailede yaşadığımız bu sessizliğin aslında “birey” olarak bizi ne kadar özneleştirdiğini toplumsal tepkilerimize baktığımız zaman daha da iyi anlayabiliyoruz. Aile yemeklerindeki kısır, kısıtlı ve sanki bir duvar çekilmişçesine yapılan sohbetler, ifadelerimizdeki tutukluk, mikro toplumsal yapıdaki tepkisizliğimiz, proaktif inisiyatif alamamamızın ve konularla sorunlar üzerinde tartışamamamızın göstergeleridir. Ailenin patriarkal yapısı içerisinde “kodlanmış” roller ve fonksiyonlar ile şekillendirilen bireysel kişiliklerimiz, kamusal ve toplumsal düzlemde yukarıda bahsettiğimiz hem ekonomik hem de politik iktidar ve baskıcı yapıları da içselleştirmemize zemin hazırlamaktadır. Mehmet Erdoğan’ın “bu sessizlikler bize yorgunluk olarak döner mi?” sorusu çok yerinde bence.
Toplum olarak “tepki”, “sorgulama” ve “kitlesel demokratik hak arama”daki noksanlarımız, aile yemeklerindeki sessizliklerimizin ve elbette korkularımızın bir yansıması gibi duruyor. Ailede konuşamadığımız üzüntülerimiz, toplumda tartışılabilecek şeyleri ailede tartış(a)mamak ve bunların yaratmış olduğu duygusal ve ruhsal yorgunlukla yüzleşme korkusu… Sorunlarımızı hep “başkalarının suçu”ymuş gibi yansıtmak, dışarıdan gelenlere yüklemek ve “mağduriyet politikası” üreterek çözüm beklemek ailedeki sessizliğin mikro düzeydeki yansımasının ürünü gibi. Kıbrıslı Türklerin yorgunluğu belki de “ana-yavru” arasındaki sessizlikten, iletişimsizlikten ve elimizi taşın altına koymadan “sessizlik” metaforu ile ifadelerimizi tutmamızdan geliyor. Sorunları (politik, sosyal, ekonomik) hep tartışıp ama bu sorunların her gün daha da artıyor olduğunu görmek “aile yemeği sessizliğinde” bize öğretilen bu konuşmama, tartışmama ve düşüncelerimizi özgürce ifade edemeyişimizin betimlemesidir.
Tema 3: Yorganla Denizde
Kapitalist tüketim ve politik/sosyal iktidar dinamiklerinin yarattığı ruhsal ve duygusal yorgunluk kişisel ve toplumsal bir tepkisizlik doğurur. Yorgan fotoğrafında resmedilen “uyku” hali ve “sonsuzluk gibi görünen dinlenme fantezisi” ütopik bir hikayenin betimlemesidir. Kıbrıslı Türklerin politik ve sosyal sorunlardan, ekonomik belirsizlik ve kişisel bitkinliklerinden kurtuluş yolunu bulmanın bir fantezisini temsil eder yorgan ile denizde uyumak. Sanki bu dikotomik ikilem içerisinde hem uykuda uyuyup bu yorgunluktan arınacakmışız gibi ama aynı anda da bu yorgunluk hiç bitmeyecek ve hep uyku halinde olacakmışız gibi bir his uyandırdı bende bu fotoğraf. Yorganın sembolik temsili olarak üstümüze çekilen baskıcı, bireysel inisiyatifimizi ve “sesimizi kısan” politik sistemden kurtulmaya çalışmak, sosyal ve toplumsal sorunlarımıza daha çok kökten eğilip o ütopik “dinginlik” ve “toplumsal barışı” sağlama arzusunu temsil ediyor. Bir noktada kısır toplumsal bilincin yeniden canlanıp bu sonsuz sessizlikten uyanmamız ve yorgunluğumuzdan arınmamız için bir çağrı gibi. Kendimize ve toplumsal duyarlığımıza, politik sesliliğimize yabancılaşmanın temelini oluşturan ruhsal ve duygusal yorgunluğun yarattığı “yalnızlaşma” ve “güçsüzlük” yansıtılıyor fotoğrafta. Bireyin “robot” haline gelmiş geleceği sunulmuş adeta…
KTHY, Doğa Koleji, polis şiddeti, intihar olayları, cinsel eğilim ve kimliklerin özgürleşmesi gibi konularda daha yapıcı, daha yüzleşici ve daha proaktif-dayanışma içerisinde tepki ve sesimizle kendimizi bu sonsuzluk uykusundan ve “yorgunluk yabancılaşmasından” uyandırıp “ütopik ama ütopik olmayan” barışçıl, daha mutlu ve daha refah içerisinde yaşama (deniz temsili bir arınma ve temizlenme) gayreti gösteren üretken bir toplum idealini önemsiyorum. Yorgunluklarımız bizi daha iyiyi yaratmak için güdüleyen bir dürtüdür belki… Belki bir şeyleri sorgulamanın ve değiştirmenin zamanı gelmiştir...