Firuzan NALBANTOĞLU
Çocukluğundaki ‘zamanı durdurma’ takıntısı, ileriki yaşlarında fotoğraf merakına ardından da bir tutkuya dönüşen, filmli bir Canon makinayla, ‘anları’ yakalamak için başladığı serüvenine, hikayelerle devam eden, Mağusalılara 1989 yılından beridir hizmet veren “Hacı’nın Yeri” restoranın işletmecisi Mehmet Gül, “Fotoğraf çekerek zamanın akışını bir anlığına olsa da durduruyorsunuz. Aslında bir nevi tanrıya baş kaldırmak gibi bir şeydir bu...” diyor. O, Edip Cansever’in “Şey, şey şey ve şeylerden” şiiri gibi “şeyleri” ve “anları” durdurma serüveninde, sokak değiştiren bir köpeğin, kendi tiyatrosunda mutsuz bir adamın, sesini duymasanız da öten bir ağacın hikayesini görüntülemenin peşinde…
Belki klişe bir soru ama insanlar seni kısaca tanımalı… Kimsin, nereden geldin, ne yaparsın?
Kıbrıs’a 1985’te 13 yaşımda geldim. İngiltere’de doğdum ailem orda çalışıyordu. 1985’te geldiğimde Mağusa TMK'da eğitime başladım. Ardından DAÜ’de İngiliz Dili Edebiyatı bölümünü bitirdim. 1996'da DAÜ Hazırlık Okulu’nda çalışmaya başladım ama hiç zevk almadım, farklı bir yaşam biçimine alışıktım ben ve yılın sonunda aile işimize geri dönmeye karar verdim. Geri dönmeye karar verdim diyorum çünkü 1989'da açtık “Hac’nın Yeri”ni ve o gün bugündür ben oradayım. Hep oradaydım… Arada kendi yaptığım bir işim oldu yine restorancılık. Bitter Lemon’s beş yıl sürdü. İki yıl özel bir dergide çalıştım ofis koordinatörü olarak. Sonra da “Hacı’nın Yeri”ni, kendi restoranımızı çalıştırmaya başladım.
İngiliz Dili Edebiyatı, restorancılık, dergicilik. Bir yanda da fotoğrafçılık... Fotoğrafa merakın nasıl başladı?
Babam filmli, eski Canon marka bir makina satın aldı ve ablamın düğününde bir sürü fotoğraf çekti; belki 200 tane... Ve o fotoğrafların hiçbiri çıkmadı çünkü adam makinayı kullanmayı bilmiyordu. Ben çok üzüldüm, resimleri görmeyi çok istemiştim. O olaydan sonra makinayı kurcalamaya başladım. Ben makinayı kurcalamaya başladığımda sene yanılmıyorsam 1986 idi. Ben makinayı kullanmaya başlayana kadar aradan baya zaman geçti çünkü makinayı sakladı ve bana vermedi uzun süre. Artık yaşımı aldığımı ve bir fotoğraf makinesini idare edebileceğimi düşündü sanırım. Makinayı ele geçirdikten sonra, bir kaç haftada bir para biriktirip film alırdım. Çok güzel fotoğraflar çekmek isterdim çünkü dergilerde görür ve beğenirdim ama tam olayın içine girememiştim. Zaten kursa gitme imkanım ve vaktim yoktu. İşin aslı, o dönem kurs veren biri var mıydı onu da bilmiyorum.
“ZAMANI DURDURMAK İÇİN TURŞU YAPTIM”
“Bence fotoğraf çekmek, hayatın akışını aldatmaktır, kandırmaktır…”
Tüm bunların ötesinde, benim çocukluğumdan beri 'zamanı durdurma' 'yaşanan anı manipüle etme' 'şeyler'i yaşanan anda durdurma/muhafaza etme takıntım vardı. Böyle şeyler bana hep çok ilginç gelirdi. Bence fotoğraf çekmek, hayatın akışını aldatmaktır, kandırmaktır. Hayatın akışına çomak sokmaktır. Manevra yapıp o anı zamanın akışından kurtarırsınız, muhafaza edersiniz. Hızlı akan bir nehirden bir bardak su çalmak gibi… Fotoğraf çekmek, sürekli kazanmak gibidir... Zamana karşı kazanan siz olursunuz, yaşam ve ölüm karşısında kazanan siz olursunuz. Öteki türlü, o 'an' yok olur, unutulur... Aslında bir nevi tanrıya baş kaldırmak gibi bir şeydir bu... Sadece fotoğrafçılık değil bilimkurgu da... Bir dönem turşu yapımına da çok merak sardım. Sırf bu yüzden, zamanı durdurma merakım yüzünden... Zaman içinde çürüyüp gidecek bir salatalığın, bir sebzenin ömrünü uzatmak... İçimde bu gelişince daha iyi fotoğraflar çekmek istedim. Sadece anları yakalamak değil. Hikayeler yaratmak istedim. Araştırmaya başladım, tam olarak makinayı nasıl kullanmam gerektiğini öğrendim ve sürekli yeni yeni şeyler öğrenmeye çalışıyorum. Umarım bir gün olacak...
Neden böyle söyledin? Hala olmadığını mı düşünüyorsun?
Hala daha olmadığını düşünüyorum. Bence çok eksiğim var. Zaten birden bitmesini istemiyorum. Bir ömür araştırmalıyım, yeni şeyler keşfetmeliyim. Acelem yok...
Sence hangi noktadasın?
Bilmiyorum ama olduğum yerden memnunum. Acelem yok, her gün yeni bir şey öğreniyorum. Fransız fotoğrafçı Henri Cartier demişti ki, "Çektiğin ilk yüz bin fotoğraf en kötü fotoğraflarındır." Ben sanırım yüz bin civarındayım, sanki iyiye doğru gitmeye başladım...
Son zamanlarda seni en çok ne heyecanlandırıyor?
Son günlerde siyah beyaz çalışıyorum ve yavaş yavaş siyah beyaz görmeye başladım ve bu çok heyecan verici... Fazladan bir meydan okuma. Çözmem gereken bir olay daha olduğu için bu beni heyecanlandırıyor. Gölgeleri fark edebilmek, detayların daha farklı olduğunu gözlemlemek, renklerin siyah beyazda nasıl olabileceğini anlamak, tahmin etmek... Bunlar heyecan verici.
“BANA HEP SOKAK PORTRELERİNDEN DAHA ETKİLİ HİKÂYELER ÇIKAR GİBİ GELİYOR…”
Peki, Mehmet Gül en çok ne çalışmaktan zevk alır ve neden?
İngilizce'de Street potraits photography denilen sokak portre fotoğrafçılığı... En çok sokak portrelerini seviyorum çünkü çoğunlukla anlıktır, poz vermek yoktur. Sokaktaki insanları, onların yüz ifadelerini ilginç buluyorum, o ifadeler hep değişik oluyor. Genelde sokakta yürüyen insanlar bir şey inceler, bir yere bakar... Farklı ifadeleri olur; özellikle Mağusa'da ve onları ilginç bulurum, çekmeyi severim. Tabii sadece portre değil, portre ile beraber bir görüntü/manzara olur. Yaşlı bir adam çöpü karıştırır, sokak satıcıları bir şeyler satar... Mesela sokak satıcıları bana her zaman ilginç gelir. Onların sanki hep orda olmak zorunda olan ama orda olmak istemeyen bir ifadeleri vardır. Genelde müşterileri yanlarından kaçtığında yüz ifadeleri değişir. Bana hep sokak portrelerinden daha etkili hikayeler çıkar gibi geliyor. Genelde siyah beyazı tercih ederim. Takip ettiğim fotoğrafçıların da daha belge nitelikli (documentative) çalışmaları oluyor. Belge nitelikli ve siyah beyaz… Siyah beyazın saygınlığı bence bambaşkadır… Özellikle gazeteler renkli baskı icat edilmeden önce fotoğrafları siyah beyaz basardı. Dijital ortam olmadığı zamanlarda gazetelerin büyük saygınlıkları vardı gazeteyi okuyan insanlar okudukları yazıyı, gördükleri fotoğrafları ciddiye alırdı. İşte belge nitelikli ve siyah beyaz fotoğraflar, o dönemden kalan bir alışkanlıkla, daha inandırıcı bir etkisi var. Dolayısıyla, daha çok duygu uyandırıyor. Bir belgesel havası var…
İnsanlar çoğunlukla özel olarak sana poz vermiyor ama sen yine de kısa da olsa bir gözlem yapıyorsundur... Bir de insanları gözlemlerken onların o an içinde bulunduğu psikolojik durumu düşünür müsün?
İnsanları tabii ki gözlemlerim. Sen güzel bir açı bulursun, doğru ışıkta değilse belki oradan başka bir yere gitmesini beklersin... Ve çoğunlukla beklersin yani. Sonuçta bu anla ilgili bir şeydir ve doğru anı beklemek zorundasın... İnsanların o anki psikolojik durumlarını düşündüğüm anlar olur ama ben sadece fotoğraf almaya çalışırım. Tabii bir de diğer türlüsü var. Görüntülemek istediğin birini görürsün ve poz vermesini istersin. Bazı durumlarda kişi poz verirse çok çok daha iyi olacağını düşünürsün. Gidersin o kişiden izin alırsın. Ancak bu sefer işin içine iletişim becerileri girer. Tanımadığın insanlarla iletişim kurmak zorundasın. Bu konuda çok becerikli olduğumu hissetmiyorum. Hem cesaret, hem de iletişim becerisi isteyen bir durum. Bu fotoğrafçılığın yanından apayrı bir yetenek.
“BAŞKA ÜLKELER BAŞKA ŞEHİRLER... BENİM HAYALİM MESELA NEW YORK'DUR...”
Bazen 'malzemenin' azaldığını, yetmediğini düşündüğün oluyor mu? Özellikle insan portreleri açısından...
Mağusa küçük bir yer. Bir süre sonra, hep aynı insanları çekip görüntülediğini fark ediyorsun... O yüzden mesela turist kafileleri falan geliyor. O zamanlarda sokağa çıkıp çalışırım. Bu sefer de insanlarda "Bu da gider hep turistleri çeker" algısı oluşuyor. O yüzden bir fotoğrafçı stabil olmayacak, hareket edecek. Başka ülkeler başka şehirler... Benim hayalim mesela New York'dur...
Fotoğrafını çektiğin insanlarla bir noktada etkileşime geçtiğin olur mu?
Etkileşime geçmek... Bazen içinde bulunduğunuz duruma göre bu belirlenir. Çok kısa bir anlığına fotoğrafını çektiğiniz kişi olursunuz. Bir yerde okumuştum; "Çektiğin en iyi fotoğraf, kendini lensin öteki tarafında hissettiğin fotoğraftır" yazıyordu. Bu her zaman olmaz… Bana bir kaç defa oldu. Mesela bir kaç ay önce, ses sanatçısı Selma Diker'i çektim. Tamamen tesadüftü. Namık Kemal Meydanı'nda fotoğraf çekiyordum ve o da o an taksiden indi. Perişan bir haldeydi... Yanımıza geldi, bir sürü şey anlattı. Elinde bavullar ve battaniye vardı. Artık sokakta yaşayacağını söylüyordu... Bir iletişim kurmuştuk ve doğallığında olmuştu. İşte o gün bunu hissettim mesela...
“Lensten dünyaya bakmak, meseleleri anlamamıza yardımcı oluyor”
Fotoğrafçılığı profesyonel olarak yapmayı düşündün mü?
Profesyonel olmayı hiçbir zaman düşünmem. İşin içine maddi beklentiler girdiği zaman bu durumun bir 'tahribata' yol açacağı hissine kapılıyorum. Kaldı ki ülkenin şartları da profesyonel fotoğrafçılığa elverişli değil. O yüzden bu şekilde devam etmek beni daha çok mutlu edecek. Birkaç arkadaşla birlikte açtığımız, https://www.facebook.com/groups/famagustaphotos/ linkinden ulaşabileceğiniz Famagusta Photography Club sayfası var. Özellikle Mağusalı olan ve fotoğrafa merakı olan, fotoğraf çeken insanların çalışmalarını paylaşabileceği, çekilen fotoğraflar hakkında yorum ve eleştirilerde bulunabileceği bir sayfa ve ta Amerika’dan, Avustralya’dan meraklıları, takipçileri var… Uzun vadede bu sayfa ile ilgili hedefimse, sayfada paylaşılan fotoğrafları bir kitapta toplamak.
Kanadalı fotoğrafçı Christopher Anderson ile ilgili bir belgesel izlemiştim. Anderson, bir basım evinde çalışmaya başlar ve orada gördüğü fotoğraflardan çok etkilenerek fotoğrafçı olmaya karar verir. Basım evinde baskı işlerini yaptığı bir firma ona Haiti'de bir gemi yolculuğunu tecrübeli bir fotoğrafçıyla birlikte takip etmesi görevini verir. Belgesel tarzında bir konu işleyeceklerdir. 1999 yılında ikisi birlikte Haiti'den tahta bir gemiye binerler. Gemide onlarla birlikte yüzlerce mülteci vardır ve istikametleri Amerika'dır. Gemi yolculuk sırasında su almaya başlar ve profesyonel olan fotoğrafçı Anderson'a "Fotoğraf çekeceksen, şimdi çekmeye başlaman iyi olur çünkü 45 dakika sonra ikimiz de muhtemelen ölmüş olacağız” der. Anderson çekmeye başlar ve ikisi de bir şekilde kurtulur. Anderson geri döndükten sonra şöyle der; "Ölmüş olsaydım kimsenin göremeyeceği 200 tane fotoğraf çektim" ve kendi kendine sorar; "Neden çektim ben onları?" ve der ki "Anladım ki benim için fotoğrafçılık dünyayı anlamakla ilgili bir şey. Dünyayı anlamama yardımcı oluyor." Fotoğrafçılık sadece dünyayı görüntülemek değil. Lensten dünyaya bakmak, meseleleri anlamamıza yardımcı oluyor, bunlar yoluyla bilgi sahibi de oluyoruz... İşte bu belgesel beni çok etkiledi.