Kış gelmeye başlamıştı, soğuklarla beraber hüzünler de kapının ardında bekliyor sanki seni. Yanılmamayı öğrenmiştim bu konuda, her posta kutusuna baktığımda.
Bu kez mektubunun rengi “beyaz”... başkaları “beyaz”a ‘temiz duygular’ yakıştırmasını yapsalar da, senin gönderdiğin mektuplarda rengin farklı çağrışımları oluyor nedense. “beyaz”... aslında hangi mesaj anlamına konulacağını kestiremediğim, senin de yazdıklarının hangi mesajda yer bulduğunu bilmediğini sandığım bir renk.
Pek de “mutlu” bir renk yok karşımda.
Ve yanılmadığımı anlamam çok zor olmuyor, mektubunu açıp okuduğumda.
“Darmadağınıklık içerisinde, dağılmamış gibi görünmek, göründüğüne kendini inandırmak çok yoruyor insanı...” diyerek başlıyorsun mektubuna.
Peşi sıra dizilecek kelimelerin, kelimelerden oluşacak cümlelerin, cümlelerin yansıtacağı yaşanmışlığından süzülen kalp acına hazırlıyorsun beni.
“İnsan kendine bir yol çizdiğini sanır her defasında. Şunu yaptığımda şu olacak, şöyle davranmam bana mutluluk verecektir ya da karşındakiler ne yaparsa yapsın, yaşamın içerisinde neler yaşarsan yaşa, sen herşeyi olumlu karşılamayı bil ve yaşa gibi felsefelerin, matematikteki 1+1=2 olmadığını gösteriyor insana. Çizilen yol; yalnızca “o an’ın” yoldur, bunu yaşadıkça farkettiren.
“Ne kadar planlarsanız planlayın, hayat bir gün size yaşadıklarınızı ve yaşayacaklarınızı dayatır.
“Küçük bir varlığın canını acıtmaya yeltenmenin felsefesinden uzak, hatta eleştirel bir yaklaşımda olsanız da, kendizinden koptuğunuz anlarda, çığlığınızın kendi yüreğinizden çıktığına şaşarak, ‘bu ben miyim’in pençesine takılıp yüzleşirsiniz o an.
Ve anlarısınız; ‘kendin’in dışında bir başkasını da yaşattığınızı ta derinliklerinizde.
Onu karanlık kuyunuzdan her çıkardığınızda kendinizden nefret eder, söküp atmak istermişcesine lanetlere büründürürsün sesini, soluğunu, kalbini ve kan çanağı gözlerini.
Fırtınanın içerisinde nasıl davranacağını bilmeyen kaptan gibi, yüreğindeki kasırga direklerini kırar, yelkenlerini suya atar, bir dalgadan bir dalgaya seni savrulurken, sen; sen olmaktan çıkmış, bir başkası olmanın acısıyla etrafın sakinlemesini beklersin.
Ve işte o an geldiğinde, kendinden en çok nefret ettiğin dakikalarla yüzleşmeye başlar, ‘neden?’ sorusuyla boğazını sıkar, yok olmak istersin.
Uykuya dalmış en güzel şeyler gözünün önünde canlanırken, masumiyetin nasıl olur da uyku hallerinde ortaya çıktığını, ya da ancak uyku halinde gördükçe anlaşıldığını sorgulamadan, bu hâl; yaptıklarının ağırlığını bir kez daha, bin kez daha arttırarak ezer seni.
Ve ‘bir daha asla’ diyerek çentik attığın hayatında, yeni bir mücadeleye başlarsın, yeniden yaşamaz, yaşatmaksızın karşındakine bu Hâlini.
Hep bir umut yaratarak beklersin bir diğer randevuyu, kırıp dökmeden geçirmeyi...
Sonunda çizdiğin her yolun, kendi kaleminden ve düşüncelerinden çıktığını bir kez daha anlar, o yolu da yaratanın kendin olduğunu bir kez daha görürsün, başka suçlu aramaksızın.”