Eskiden evlerin "köşetaşları" varmış derdi anneannem. Bu köşe taşları, günümüzde betonarme evlerin "kolonları" görevini üstlenmekteymiş. Yani o yapıyı ayakta tutanlar mış. Bugünkü mektubunda da insan ilişkilerini, yaşamımızdaki yerlerini bu benzetmeyi yaparak başlaman bana geçmişi, geçmişteki derme çatma, binbir zahmetle ve el emeğiyle yapılan iki odalı taştan evleri hatırlattı. Bugünkü rahatlık ve konfordan uzak ama bir gazyağı lambası altında bile huzuru yakalayan, televizyonun olmadığına hayıflanırken belki, ailenin her bireyiyle derinden ilgilenme zamanının olduğu...hani zamanımızda unutmaya başladığımız o "sohbetli evleri" getirdi aklıma. Sen de "köşetaşını" bir insana endekslemişsin bilmediğim...
"Her şeyin hayatta kalmasına yardımcı olan mutlaka bir desteği vardır. Yaşamak diyorsanız bunun adına; yaşamınız için gerekenlere bağımlısınız; su, hava, besin gibi.
Arkadaşlık diyorsanız; sevincinizi değil, öncelikle hüznünüzü paylaşanları arar durursunuz her sıkıntınızda. Bazan şanslı çıkarak çok yakınınızda bulursunuz bir eli, sizi yerden kaldıran.
Aşk'ın hayatta kalması için de sözcüklere ihtiyaç var, ta derinden etkileyen, tüm karamsarlıklarda kalbinizde yaseminin beyazlığını açtıran, yüzünüze tebessümü yapıştıran, herşeye rağmen gülümsemesini bilen, karşılaştığın sorunları aşmanda sana güç veren o bakışlara istersin her defasında.
Sonusuza dek beraberliğinin sürmesi için de hoşgörüye ihtiyacın var, kırıntıdan yıkıntılara yol almayan, sözcüklerin kurşuna dönüşmediği, kalbinden gelen güzellikleri parlatan gözleri, ateşe ve kızıllığa hapsetmeyen, dokunuşundaki hoşluğu tiksintiye dönüştürmeyen o en derin anlayışa ihtiyaç var, "hoşgörü" denilen.
Yaşadığımız mekanı ayakta tutan köşetaşlşarı gibi, ailemizi de ayakta tutan "köşetaşı" konumunda insanlara ihtiyaç var. Ve bu taş bir gün aradan çekildi mi, başlıyor yıkımın süreci, nerede duracağını bilmeksizin. Bölyedir yaşamımız. Ailelerin de ,dostlukların da, aşkların da köşetaşları vardır. Birgün aradan çekilmeye görülsün, başlar çatırdamalar. Bir köşesine sırt verirken ayakta tutmak adına, karşında uzanamadığın diğer köşenin çökmeye başladığını görür, yardım beklersin birilerinden, aileni, dostluklarını, aşkını kurtarmak adına. Pek bulamazsın yardım edeni ama hiç yılmazsın beklemekten, sırtına aldığın yükü yere bırakmaksızın. İşte o anda herşey gözünün önünden geçmeye başlar. Ve nedense bu filmi izlerken insan, genelde bir kelimeye takılır dudakları, "değer miydi" şeklinde. Her cümlen böyle başlıyor görüntü öncesinde, sanki Türk filmlerindeki "...Film Sunar" gibisinden. Ve ardından oyuncular yerine, yaşadığın tatsız olayları, gerçekte abartılmaması gereken o kadar şeyin abartılı görüntülerini, bu kadar feveran edilmemesi gereken konuların nasıl şiddete, öfkeye dönüştüğünü görür, "değer miydi" sorusunu takarsın peşlerine, yüreğinden de bu soruyu eksik etmeksizin. Sırtındaki yük ağırlaşmaya devam ettikçe, bu kez geçmişteki "gereksizliklere" öfkelenmeye başlar, her defasında yaptığın ama nedense devamını getiremediğin "bir daha olmayacak"ı yeniden sözcüklerine büründürür, buradan aldığın güçle sırtını düzeltmeyi becerirsin her defasında. Ve başlarsın yıkımları tamir etmeye, bir başka defaya yıkmak adına. Ve kendine sormaya başlarsın; ne zaman bu kısırdöngü son bulacak diye, durumunun farkındalığında olarak...”