Hava kurşun yüklü.
Grinin, siyahın alasıyla kaplanmış bir gökyüzü. Belli ki hüznün kapılarını açmakta yüreklere. Kimileri gri’yi; iki yüzlü olarak değerlendirir. Ne öyle ne böyle...
Ben gri’yi farklı anlamlandırırım: siyahtan beyaza kaçmak isteyen, mutluluk ve huzur arayıcısı...
Camın üzerindeki damlacıklar buz tutmaya başlamış.
Çayım hazır, mektubun bu kez kapının altından atılmış posta kutusu yerine.
Hani belki postacı da düşünmüştür bu soğukta kim çıkıp posta kutusunu kontrol eder diye.
İyi yapmış... mektubunu okumadan kendime bir çay yapmayı düşünüyordum.
Kalkıp mutfağa giderken bir yandan da mektubunu açmış, ilk satırlarını okumaya başlamıştım bile:
“... ‘Eğer dikmişsen adaçayını bahçeye, ne gerek var ölmeye!’..."
Sıcak suya neyi karıştıracağımı önermişsin gibi hissettim o an.
Tüylerim diken diken oldu desem yalan olmaz.
Genelde çayımı yapıp, camkenarı koltuğuma oturup ondan sonra mektubunu açardım ama bu kez böylesi bir herekette bulunmuşum farkında olmadan.
Sanki beni izliyormuşsun gibi.
Dediğini yaptım, bir tutam adaçayı’nı sıcak suya atıp koltuğuma geçtim.
Mektup zarfının içinde farketmemiştim, kurutulmuş morumsu bir yapraka vardı.
Çayımdan bir yudum alarak okumaya başladım.
“... çoğu zaman bir çay deyip geçeriz yudumladığımız sıcak sudan, tıpkı insan-dost-akadaş deyip geçtiğimiz gibi. Geçerken düşünmeyiz gerçeğinde neyin nesidir bunlar.
Yüreğimize aldığımız dostlarımızın-arkadaşlarımızın, yudumladığımız çayın özünün, nereden gelişinin, ne faydaları olduğunu ya da ne gibi efsanelere yapraklarını açtığını bilmeden boğazımızdan geçiririz.
Yaşamın içerisinde anlam yüklüleri anlamsızşlaştırırız önce, ardından kendimize göre anlam biçeriz çay’a da insana da.
Gerçeğini görmek, bilmek ve içselleştirmek yerine, o ana kadar öğrendiklerimizden, hissettiklerimizden yoğururuz onlar.
Gerçek bu mu?
İnsanı sadece bir “insan” olmaktan kurtaran ve onu var edenleri görmezden geldiğimiz gibi, adaçayı gibi bir çayı da sadece bir “çay” olarak algılamanın insafsızlığına terketmenin farkında bile olmayız çoğu kez.
Halbuki adaçayın eski çağlardan beri övgüyle anılan bir bitki oluşunun hatta bir efsaneye de yapraklarıyla ev sahipliği yaptığını bilmeyiz çoğukez.
Hıh! Şu an merak ediyorsun değil mi?
Adaçayından bir yudum al ve dinle, içtiğin bu çayın efsanesini...
Kutsal Meryemana, Bebek İsa ile Herodes’in gazabından kaçmak zorunda kaldığında, kendisini saklamaları için, çayırdaki tüm çiçeklerden yardım istemiş, ama hiçbir çiçek ona yanıt vermemiş. İşte o zaman adaçayı eğilmiş ve Meryemana sığınacak bir yer bulmuş. Onun sık ve koruyucu yapraklarının arasına girerek Herodes’in askerlerinden saklanmış ve askerler onu görmeden geçip gitmişler. Tehlike geçtikten sonra, saklandığı yerden çıkan Meryemana, tatlı sesiyle adaçayına şöyle demiş: ‘Bu andan sonra sonsuza dek insanların en çok sevdiği çiçek sen olacaksın. Seni, insanları tüm hastalıklardan koruyacak kadar güçlü kılıyorum. Bana yaptığın gibi, onları da ölümden kurtar!’”
İşte o zamandan beri adaçayı, insanları iyileştirmek ve onlara yardım etmek için her yıl yeniden çiçekleniyor.”
Mektup zarfının içindeki adaçayı’nın yaprağıymış meğer...