Hava kapalı, içimde bir sıkıntı, asimetrik paralelde beş zorunlu hareketten biri gibi sabahı karşıladım işte. Günlerden Pazartesi. Benim için bir Pazartesi sendromu yok aslında. Aksine mektup günün oluyor her zaman.
Nedense mektubun postalanmasıyla elime ulaşması genelde pazartesileri olmakta. Kahvem, dün akşam aldığım pilavunam elimde. Koltuk-cam kenarı ikilemesini de uygularak bekliyorum. Belki bu sıkıntımdan biraz olsun alır diye. Postacının karşı apartmana girdiğini gördüm.
Beklemeye hiç niyetim olmadan, üzerime montumu alıp kapıya iniyorum. Hava soğuk, vücudumun ısısı, ağzımdan ve burnumdan duman olarak çıkıyor. Ve işte postacı bir sabah gülümsemesiyle karşıdan geliyor, bir eli mektupların olduğu çantasından içeride.
Yanıma gelince pozitif bir günaydın gülümsemesiyle emaneti adrese ulaştırmanın gururunu da takınarak bana uzatıyor. Teşekkür ederek daireme koşuyor, yerime oturuyor, pilavunadan bir ısırık alarak, kahvemden bir yudum yudumlayarak açıyorum bugünkü talihimiz olan mektubu.
“Daima kendi sözcüklerimle başlarım mektubuma da bazan öyle birşey okursun ki, destur çeker, mektubunun önüne onu koyarsın. Tıpkı şimdi olduğu gibi...
‘terk etmek geçmişini, paylaştıklarını, canından canları kolay gelmekte insana.
Tek yapacağın şey, kapıyı arkandan kapamaktır.
Böylesi kolay bir an gibi görünse de, terk etmenin merkezindeki “neyi?” sorusunu sormazsın ilk etapta.
Birkaç adım atmaya başlarsın soğuk kaldırımlarda ve başına düşmeye başlar yağmur damlaları, her biri bir ton ağırlığında, işte o an başlarsın “neyi?” sorusunu sormaya.
Bir an gelir duraklarsın, hatta biraz sersemlemiş gibisin.
Köklü bir ağaç çarpar gözüne kaldırım taşlarına sıkışmış, herşeye rağmen tutunmaya çalışan yeşilliğiyle, dallarıyla.
Gücünü toplar, altına koşarsın, çömelerek sırtını dayarısn ona.
Yağmur damlalarından kurtulmuşsun ama “neyi?” sorusu saç diplerinde acıtmaya devam ediyor.
Kendini kurtarmak için bunu yapmışsan, işte kurtulmuşsun, yalnızsın ve özgürsün.
Peki bunu yaparken kimi/kimleri yaktığını düşündün mü diye sorarsın kendine.
Bir yanda özgürüm dediğin yalnızlığın, diğer yanda özgürlüğünün bedelini ödettiğin başka canlar. Canından canlar dediğin.
Bir seçim yapmak zorunda kalırsın sonunda. Benden dolayı kimse yanmasın der, ardından kapattığın kapıyı bu kez yüzün dönük açarsın...’
Ayrılıkların ilk eylemlerinden biri gelir aklıma bunu okuyunca.
Onca hatıra olsun diye çekilen, mutlulukların paylaşıldığı, ya da bir an’a kayıt düşmek adına çekilen fotoğraflar, ayrılığın ilk gazabına uğrayanlar olur.
Kabak oyulur gibi oyulan fotoğraflar, tarihin ve o anın içinden çekilip koparılmak istenmişcesine kesilirken, farkında olunmaz bırakılan boşluğun hâlâ daha orada aslında var olunduğu.
Kim baksa ilk akla gelen sorunun cevabı, sonsuza dek orada durur işte, geçmişi yok etmek isteyişin sarhoşluğunda/hiddetinde/kininde.
Kimileri top yekün imhaya girişir geçmişe dair ne varsa. Çorabından donuna, takısından eşyasına.
Sonra farkına varılır ki, neyi yaksan, yırtsan, yok etsen de, elinin deyemeyeceği bir can varsa geride, o hep geçmişe bağlantın olur gözlerini bu dünyaya yumuncaya dek.”
Mektubunu bu kez gözlerim dolarak kapatıyorum. İçimde “kapandı” dediğim bir yarayı yeniden acıttın bana. Halbuki ne de güzel okur, okuduklarımı kendi düşüncelerimle satranç oynatırdım.
Kahvemi yudumlardım, samdan dışarısını seyrederdim, “bu da” bitti diyerek, ayakkabı kutusunda sakladığım diğer mektuplarının üzerine bunu da koyar, o adan itibaren bir yenisinin gelmesini dört gözle beklemeye koyulurdum. Bu kez öyle olmadı...
Başım soldaki duvarın üst kısmına doğru kaydı. Yaşım sekizdi sanırım. Kardeşlerim, annem, ben ve bir oyuk. Tam annemle benim aramda. Bu yaşlarda ve böylece hep birlikte çekilen tek fotoğrafımız olduğundan atmaya kıyamamış belli anneciğim.
Dediğin gibi; oyulmuş olsa da o suret, sorulacak sorunun yanıtı her daim bellidir. Baktığım sürece hep aklımda işte...