Menderes ve Zorlu’dan Alınacak Dersler!

Niyazi Kızılyürek

Adnan Menderes ile Fatin Rüştü Zorlu’nun Kıbrıs Sorunu konusunda “kolay lokma” veya “güvercin” olduklarını kimse söyleyemez.

Tam aksine, sert tutumlarıyla tanınırlar. Örneğin, hiçbir hukuksal dayanağı olmayan Taksim politikasını şahince savundular ve Kıbrıs’ta TMT örgütünü kurup silahlandırdılar.

Fakat gerçekçiliği de elden bırakmadılar. Verili koşulları ve imkanları dikkate aldılar ve 1959 yılında Kıbrıs’ın bağımsız bir devlet olmasını kabul edip, bağımsızlığı sağlayan anlaşmaları hazırlayıp onayladılar.

Zürih ve Londra anlaşmaları imzalandıktan sonra, başta Cumhuriyet Halk Partisi olmak üzere, dönemin muhalif partileri çeşitli eleştirilerde bulundular.

İsmet İnönü, Menderes hükümetini Taksim fikrinden vaz geçtiği için eleştiriyor, varılan mutabakatın Enosisin yolunu fiilen ve tam olarak kesmediğini ileri sürüyordu.

Bazıları da, Türkiye’nin Zürih ve Londra anlaşmalarında Kıbrıs’ta askeri bir üs elde etmemesini eleştiriyorlardı.

Dışişleri bakanı Zorlu’nun özellikle üs konusunda söyledikleri günümüze de ışık tutacak türdendir: “Adaya Türkiye ve Yunanistan’ın uzaklığını karşılaştırırsak, üs kurulması Yunanistan’ın menfaatlerine olur.”

Türkiye’nin Kıbrıs Sorununa müdahil olmasının başlıca jeo-politik nedeninin, Kıbrıs’ın Yunanistan ile birleşmesini engellemek ve böylece Yunanistan’ın Türkiye’nin güneyine uzanmasını önlemek olduğunu düşünürsek, Zorlu’nun bu görüşünün kıymetini daha iyi anlarız.

Benzer görüşleri 1974’ten hemen sonra sık sık Bülent Ecevit de gündeme getirmiş, Taksim gibi görüşlere rağbet etmemiş ve Türkiye’nin jeo-politik çıkarlarını en iyi federal devletin koruduğunu ileri sürmüştü. Çünkü adanın temelli olarak bölünmesi halinde, adanın güneyinin Yunanistan’ın etki alanı içine gireceğini ve Türkiye’ye karşı bir tehdit oluşturacağını düşünüyordu. (Daha sonra, Ecevit kendisiyle çelişerek farklı görüşler de dile getirecekti ama ayrı bir konu)

Maalesef, bugün iki ayrı devlet fikrini savunanlar ne gerçekçi bir tavırla neyin mümkün olup olmadığını tartıyorlar, ne de Türkiye’nin jeo-politik çıkarlarını dikkate alıyorlar.

İki devletli çözümün adanın güneyini “Saldım Çayıra, Mevla’m Kayıra” anlamına geleceğini ve bunun da Türkiye’nin çıkarlarıyla çelişen bir durum yaratacağını düşünmüyorlar...

Değinmek istediğim ve ders alınabileceğini düşündüğüm diğer bir nokta da, başbakan Adnan Menderes’in Kıbrıs Sorununu çözüme kavuşturan Zürih ve Londra anlaşmalarına nasıl bir zihniyetler yaklaştığıdır.

Menderes, 13 Şubat 1959 tarihinde yaptığı bir açıklamada Türkiye ile Yunanistan’ın “dostluk münasebetlerine dönmelerinin zorunlu olduğuna” değindikten sonra, Kıbrıs anlaşmalarını kast ederek şöyle der: “ Vardığımız bu netice, esas ve ruh itibarıyla haklarımız ve milli menfaatlerimizden bir fedakarlıkta bulunmamakla beraber diğer tarafın da hak ve menfaatlerine riayet etmeyi kalp huzuru ile karşılayan bir zihniyetin eseri olarak telakki edilmek icap eder ki bu takdirde galibiyet ve mağlubiyet her iki taraf için de bahis mevzuu olmamak lazım gelir.”

Çok çarpıcı bulduğum ve günümüzde Kıbrıs Sorununda söz sahibi olanların mutlaka akılda tutması gerektiğini düşündüğüm zihniyet işte tam da budur: “Diğer tarafın da hak ve menfaatlerine riayet etmeyi kalp huzuru ile karşılayan bir zihniyet...”