Mesafeler ve sanatın gücü

Serkan Soyalan

   Sanat tarihçisi Aby Warburg ve antropolog Clade Lѐvi-Strauss, geçtiğimiz yüzyılda mesafeye kafa yoran en büyük düşünürlerdi. Her ikisi de saha çalışmasıyla akademik araştırmaları, keşifleri be arşiv çalışmasını birleştirmişti.

   Biri modern ikonografinin kurucusu, diğeriyse yapısal antropolojinin öncüsü olan bu iki düşünürün benzer bir karamsarlığa ulaşarak mesafelerin ortadan kalkmasıyla ilgili bir felaket düşüncesinde buluşmuş olmaları tesadüf değildir.

   Hopi yerlileri arasında uzun süre kaldıktan sonra, Warburg kıyamet tellallığına soyunmuştu. Aby Warburg’un 2003 basımı “Yılan Ritüeli” (Le ritüel du serpent) kitabında şöyle yazar:

   “Telgraf ve telefon,” diye yazmıştı, “evreni mahvediyor. İnsanın çevresiyle ilişkisine manevi bir boyut katma hedefini güden mitik ve simgesel düşünce, uzamı bir tefekkür ya da düşünce alanına dönüştürmüştü. Oysa anında kurulan elektronik iletişim bu alanı yok ediyor.”

   Küratör Nicolas Bourriaud, bu önermeyi şöyle özetler: “Bu önerme, Warburg’un sanat yapıtını bir ‘sinyal’ olarak görmesiyle ilişkilidir: Her sanat yapıtı, yaydığı enerji miktarı sayesinde zamanın mesafesini aşan bir yayındır. Kabaca ifade etmek gerekirse, Piero della Francesca’nın veya Vermeer’in bir tablosu, enerji üretebildiği ve bunu gelecekteki nesillerin kullanımına sunabildiği ölçüde entropiye (ve dolayısıyla unutuluşa, önemsizliğe) göğüs gererek aayakta kalır. İşte görsel güç, zekâ, karmaşıklık ve bilgi kodlamasını harmanlayan bu özel enerjiye ‘Güzellik’ diyebiliriz. Warburg’un sözünü ettiği ‘evren’, boşaltılmış, açık, alımlanmaya hazır bir uzam, gelecek öngörülerine elverişli bir alandır. Kısaca söylemek gerekirse, zamanı ve mesafeyi ezip geçen güncel iletişimin doğrudanlığının tam zıddıdır.”

***

   Bu noktada sanatın gücüne bakalım.

   Walter Benjamin (“Tekniğin Olanaklarıyla Yeniden Üretilebildiği Çağda Sanat Yapıtı, Pasajlar”,1993) bir sanat yapıtının “aura”sını tanımlarken benzer terimler kullanmıştır. Ona göre aura, “bir uzaklığın biricik niteliğini taşıyan görüngüsü”dür.

   Burada, Georges Bataille’ın Lascaux’daki tarihöncesi mağaranın ve oradaki duvar resimlerinin keşfedilmesinden duyduğu coşku ile bir koşutluk kurulabilir, ama aynı şey geniş anlamda sanat için de geçerlidir.

   Bataille şöyle yazıyordu: “Bunların asıl anlamı, ortaya çıkışlarındadır.”

   O halde 20’nci yüzyıla, “tekniğin olanaklarıyla yeniden üretebilirlik” çağına kadar bir sanat yapıtının özgül niteliği, diğerini meşrulaştıran bir mesafede yatar. Ama bu anlamda ortaya çıkma gücü de önemli bir rol oynar, özellikle “The Sublime is Now” (Yücelik Şu Anın İçindedir, 1948) adlı metninde Barnett Newman da bunun üzerinde durur.

   “Sanat yapıtı, varlığını bir antropolojik gerçeklikten alan, ona gönderme yapan  bir ‘şimdi’ içinde zuhur eder.”    

  Newman özelinde bu gerçeklik, Warburg’un daha önce incelediği Amerikan yerlilerinin ritüelleridir. Kopyalama sistemi içinde özgün parçanın ortadan kaybolması, genellikle zuhur eden şeyin hem arkaik geçmişinin hem de şimdisinin, yani onun aurasını oluşturan mesafenin yok olmasına sebep olur. Böylece kendimizi sonu olmayan bir imge çoğalımının içinde, sinyallerin arasında buluveririz.


Agatha Christie ve gizemleri

   Polisiye edebiyatın devi Agatha Christie 1890’nın 15 Eylül’ünde doğdu. Hayatı gizemlerle dolu bu büyük yazarın, bugün doğum günü.

   İngiliz yazarın yarattığı dedektif karakteri Hercule Poirot, sonraki yıllarda birçok polisiye yazarına ilham olmuştur.

   Sadece polisiye de değil, Mary Westmacott takma adıyla aşk romanları da yazmış, tiyatro oyunları da kaleme aldı.

   Agatha Christie’nin ilk polisiye romanı ve Hercule Poirot’un okuyucularla buluştuğu ilk eser “The Mysterous Affair at Styles (Styles’daki Esrarengiz Olay) 1920’de yayımlandı ve edebiyat dünyasında büyük yankı uyandırdı.

   Sonrası 80’i aşkın roman, oyunlar ve 2  milyarı aşkın kitap satışıyla “Tarihin En Çok Satan Romancısı” başta olmak üzere onlarca ödülle gelir…

***

   Gelelim Agatha Christie’nin gizemli yaşamına…

   Yazar, 1926’da 11 gün boyunca ortadan kaybolur. Bu kayboluş çok sevdiği annesinin ölümü ve kocasının onu boşamak istediğini söylemesinden sonra olur.

   Yazar evlilik yüzüğünü parmağından çıkarıp evde bırakarak, kızını da evdeki yardımcılara emanet ederek 3 Aralık 1926 gecesi arabasına binerek evden uzaklaşır.

***

   Christie’nin aracı dik bir yamaçta terk edilmiş, ağaca çarpmış ve araç içerisindeki bavulları da yere savrulmuş vaziyette bulunur. Araç bulununca yazarın, hayatını sonlandırdığından şüphelenilir.

   Usta yazarın bulunabilmesi için aralarında polislerin, itfaiyecilerin, dalgıçların ve yurttaşların da olduğu 15 bin kişi gece gündüz demeden çalışır. Hatta yakın dostu Arthur Conan Doyle bulunması için medyumlara kadar gider. Ancak yapılan tüm aramalar sonuçsuz kalır ve Agatha Christie bulunamaz.

   Gazeteler, nerede olduğuna dair haber verene para ödülü dahi koymuştu.

   2 hafta sonra bir otelde sağlıklı ve güvenli bir şekilde bulunur.

   Lakin kendisi son 2 haftayı hatırlamıyordu. Christie o günlere dair hiçbir açıklama yapmadı.

   Kimileri bu olayın kaza süsü verilmiş bir senaryo olduğunu düşünse de, yazar A. N. Wilson, Agatha Christie’nin psikojenik amnezi yaşadığını yazmıştı. Bu bir çeşit geçici trans halinde, hafıza kaybına uğramaydı.

   Bir diğer iddia ise bu süre zarfında usta yazar, kocasının sevgilisini öldürme planları yapmış, bu konuda araştırmalar yapmıştı.

   Bu soruların hiçbirinin cevabını bilemiyoruz. Bilemeyeceğiz de.

***

   Christie’nin 1976’da ölümünün ardından ünlü film şirketi Warner Bros onun gizemli hikâyesini film yapmak ister. Ancak yeteri kadar bilgiye sahip olmadıkları için bir medyumdan yardım almaya karar verirler.

   1979’da Tamara Rand isimli medyum, bu iş için yazarın ruhunu çağırmakla görevlendirilir ve ardından 11 kayıp günün sırrının İstanbul’da Pera Palace Hotel’de saklı olduğunu söyler. Ünlü yazarın İstanbul’a geldiğinde Pera Palace Hotel’de kaldığı, hatta “Doğu Ekspresinde Cinayet” kitabını da burada kaleme aldığı bilinir.

   Medyumun iddiasına göre yazarın sırrını yine onun sakladığı bir anahtar açıklayacaktır. Hotel yetkilileri ile birlikte 411 numaralı odaya giren yapım ekibi, belirtilen yerdeki döşemedeki tahtaları kaldırarak altında bir anahtar bulur. Pera Palace’de bulunan anahtar, otelin sahibi Misbah Muhayyeş’in Yeniköy’deki yalısında bir odayı açmakta; orada bulunan defterde ise 11 kayıp günün tüm detayları yazdığı söylenmektedir.

   Bu çarpıcı iddianın ardından tüm dünyanın gözü Agatha Christie’nin Pera Palace Hotel’de bulunan odasına çevrilir.

   411 numaralı oda artık tüm dünya tarafından merak edilmektedir. Bir süre sonra söz konusu anahtar gerçekten de medyumun tarif ettiği yerde bulunur! Anahtarın bulunmasıyla birlikte ise otel yönetimi ve film şirketi arasında asla uzlaşılamayacak bir mücadele başlar…

***

   Otelin o dönemki sahibi bir ücret talep eder. Ücretin ödenmesine olumlu yaklaşan yapımcılar, otelin sahibine bir mektup yazarak durumu bildirir. Otelin sahibi fikrini değiştirir ancak o sırada otelde bir grev patlak verir ve hikaye bilinmez olarak ortada kalır.

   Sonuç olarak; ünlü yazar Agatha Christie’nin sırrı halen açıklanamamış bir gizem olarak bir yerlerde beklemektedir. Sonraları oteldeki başka bir odada ikinci bir anahtarın ortaya çıktığı söylense de belki de ünlü yazarın en heyecanlı hikâyesi hala bir yerlerde okurlarıyla buluşmayı bekliyor olabilir!