Neriman Cahit
Tiyatroya her gidişimdeki gibi yine içim titriyor. Bazı oyun ve oyuncularda kendimi (duygularımı) bulacağımı biliyor gibiyim… Bu ille de her oyun için geçerli bir kural değil ama LBT çoğu kez ne yapıp yapar insanı yüreğinin en ince titreşiminde yakalar… Değil mi ki sahneye koyan (Yaşar Ersoy), Dramaturg (Aliye Ummanel), Dekor (Özlem Yetkili), heykeller (Sevcan Çerkez), Işık (Fırat Eseri), sahne Amiri (Bilay Özgök) ve…
Ve, oynayanlar: Özgür Oktay, Döndü Özata… Oyunun Yazarı: Athol Fugard…
***
Güney Afrika’nın Roben Adası’nda geçen olay… Dünyanın herhangi bir yerinde pekala geçebilir…
Nasıl ki Fugard, Sophokles’in, 2500 yıl önce yazdığı ‘Antigone’ oyunuyla paralellik kurarak, ‘Irkçı, faşist, ceberrut devleti’ sorguluyorsa…
Böylece ‘ADA oyunu’, anlatılan olayın ve zamanın sınırlarını aşarak, evrensellik kazanır, ‘totaliter sistemin’ eleştirisine dönüşür. Bunu yaparken de:
“EN TEMEL İNSANİ DEĞERLERLE, İNSAN HAKLARIYLA, YAŞAMA SEVİNCİ VE İNSAN OLMANIN ONURUYLA YAPAR…”
YARGILAMAYIN… ANLAMAYA ÇALIŞIN…
Çok yerinde bir seçim yaptı LBT; çünkü, hele de onların yaptığı gibi çok başarılı bir şekilde sahnelenirse, tam anlamıyla “Totaliter Rejimin” eleştirisine dönüşür… Ve, insana, insan olduğunun onuru ve gereklerini anımsatır… Böylesi oyunlar insanın ne yüreğinden ne de beyninden çıkar kolay kolay. Ör. şimdiki “Türkiye’de gençlerin”, güvenlik güçleri” karşısında:
“Bizi yaşlarımızla değil, dünya görüşlerimizle algılayın… “Yargılayın değil, anlamaya çalışın…”
Evet, suçlamak, yargılamak yerine… Anlamaya çalışmalıyız karşımızdakilerini…
Ve, haklı olanların, haklarını, yenilenlerin önünde saygı ile eğilerek…
OYUNUN MESAJI…
Bazen sorarım… artık yavaş yavaş yavaş “sorardım” durumuna geliyor: “Bu, oyunla nasıl bir mesaj vermek istiyordunuz?” diye…
Artık sormak bana ‘fazladan’ geliyor; çünkü oyunun sonunda karşılaştığımız iki oyuncu: “Döndü Özata ve Özgür Oktay”, öylesine bir “kendi rol dünyaları içindeydiler ki…” onları o durumda bırakmak gerek… diye düşündüm…
Ve, daha sonra da izleyicilere baktım… Onların da daldıkları dünyaları farklıydı… Tıpkı benim ve kızım Alevinki gibi…
***
Bu oyunu muhakkak izleyin sevgili dostlar…
Duyurduklarıyla… Ve büyük oyunculuklarıyla…
Yani gerçek tiyatro ile karşılaşın…
İnanın buna değer…
**************************************************
‘MERYEM ANA’ FEMİNİST Mİ İDİ…
“Sanat, aslında bir yaşama biçimidir…” dedi dostum.
Ve, onayladım… Çünkü, tam da yerinde ve zamanında, İlhan Berk’in bir sözü geldi aklıma:
“Zor olan, şiirin hayatını yaşamaktır… Yazmak sonra gelir…”
Ona göre daha da ötesi var: “Sanat, aslında bir yaşama biçimidir… Nedir, bu yaptığı işin arkasındaki felsefe… Her sanat dalında, önce düşünce / felsefe olmalı, ondan sonra çıkmalı yola…”
Nazım’a göre ise: “Aşık olmayan bir ‘bok’ da olamaz…
Listeyi büyütsek de hepsinin söylediği:
“Bir sanatçının en büyük görevi: düşünmek… Hayatın girdisinde çıktısında felsefi boyutlarda gezinmek… Ve, bunu kendi özünde yoğurarak, toplumun gündemine dökmek…
MERYEM ANA…
Gençlerin davet ettiği bir toplantıda:
“Meryem Ana, feminist mi idi, yoksa değil miydi?” tartışması ateşli ateşli…
“Eh, bütün sorunları çözülmüş ‘kadının’ ve bir bu kalmış, belli ki !”
Önce derin bir sessizlik oldu… “Batı kadınlarının bir eli yağda, bir eli balda” mı sanıyorsunuz! Onların da bir yığın dertleri var!”
***
Dün, kadın konusunu tartıştığımız bir arkadaş: “Siyasal ve ekonomik özgürlüğü verilmiş kadın, daha ne isteyebilir?” dedi.
Bir anda, haklı gibi göründü bana da!
Bunu, ona da söyledim ama şimdi öyle düşünmüyorum. Sorunu, bir de aklımla çözümledim: Ve, büyük bir yanılgı içinde olduğumu anladım:
‘Maalesef, ‘Siyasi ve ekonomik özgürlükler’ tek başlarına, bir işe yaramıyorlar: “Ölmüş bir balığın denize atılması ne ise, ‘iç dünyaları öldürülmüş kadınlara’ verilen - verilmek istenen - özgürlüklerde odur!”
***
Asıl sorun ise ‘BÜTÜNE’ varmaktır.
Ayakları tutmayan birinin, kollarının çok güçlü olması işe yaramaz demiyorum, yarar… Yürüyen insanlardan çok güçlü kolları var diye, o insanı, ötekilerden daha sağlam saymanın olanağı var mıdır!
Çevremdeki kadınların bazılarının neler çektiklerini görüyorum. İster evli olsun ister bekar… İster okumuş olsun ister cahil… Bilinçli ya da bilinçsiz…
Aynı sıkıntının içindeler…
***
Gelenekleşmiş, yıpranmış, eskimiş kurallarla büyütülüyoruz… Hiçbirimizin aklından geçmiyor onları kurcalamak…
Üstelik, bizi yaraladıklarını, cendere içine aldıklarını bile bile…
Önce, cici bir ‘çocuk’ sonra da cici bir ‘kadın’ oluyoruz…
İçimizde boynu bükük kimliğimiz, kemirile kemirile biterken…