Bir şahitle birlikte Kayıplar Komitesi’ne bazı olası gömü yerleri gösterdik, araştırma yürüttük...
18 Kasım 2021 Perşembe sabahı, yeniden yollardayız... Kayıplar Komitesi Kıbrıslıtürk Üyesi’nin Araştırmalardan Sorumlu Asistanı, Antropolog Okan Oktay’la birlikte Mesarya’ya doğru yolalıyoruz... Mesarya’da bir köyden bir şahidimizi evinden alıyoruz ve bir başka köye doğru gidiyoruz...
İlk durağımız Meluşa köyü... Bu köyde bir başka şahidi arıyoruz ancak evde yok... Bu şahidin Kazafana’da bildiği bir gömü yeri var, o konuda yardım isteyecektik kendisinden ancak evde olmadığı için yolumuza devam ediyoruz...
Aya’ya gidiyoruz... Aya yani Dilekkaya yani Ayakebir köyünden hala “kayıplar” var ve biz o “kayıplar”ı aramaya devam ediyoruz... Bugünkü ziyaretimizin nedeni de bu...
Şahidimiz bize bir evi işaret ediyor...
Bu ev, köyün ortasında bir noktada bulunuyor...
Kıbrıslırum esirler bu evde tutuluyormuş...
Sonra “emir” gelmiş, “kaçın” diye...
“Esirleri ne yapalım?” diye sormuşlar...
“Öldürün” diye emir gelmiş...
Bunun üzerine ellerinde tuttukları savaş esirlerini öldürmeye girişmişler...
Bazılarını yolun içinde öldürdükleri için, çevreden geçen başka köyden birileri itiraz etmiş buna...
“Bari yolun içinde yapmayın bunu yahu!” demiş...
Nihayetinde 15 civarında “kayıp” var hala Ayakebir’den ve bu “kayıplar”ın tümünün veya bir kısmının esirleri tuttukları evin yakınındaki bir kuyuya gömüldükleri yönünde köyde söylentiler olduğunu anlatıyor şahidimiz bana ve Okan Oktay’a...
Orada fazlaca durmuyoruz çünkü şimdi Kayıplar Komitesi’nin bu bölgedeki kuyuların haritasını bulması gerek – eğer izinli kuyularsaydı bunlar, bu kolay... İzinsiz olarak kazılmışlarsa, o zaman havadan çekilmiş çok eski fotoğrafları bulmaları gerek... Bu da mümkün... Önemli olan ufak bir ipucundan yola çıkarak araştırmaları derinleştirmek... Biz de bunu yapmaya devam ediyoruz ve gönüllü ve insani biçimde, Kayıplar Komitesi’ne şahidimizle birlikte yardımcı olmaya çalışıyoruz...
Sonra köyün dışına çıkıyoruz... Toprak bir yoldan Arif Efendi Çiftliği’ne de giden bir yoldan ilerliyoruz ve sonra sağa dönüyoruz... Aslında bulunduğumuz yer, Aya ile Afanya arasında bir yer, ileride de Arif Efendi Çiftliği bulunuyor... Bu toprak yol ileride yeniden Ayakebir’in çıkışında bir noktaya bağlanıyor...
Bu bölgeyle ilgili de anlatılanlar var, o nedenle buradayız, bu bölgede de bir dolap kuyusu arıyoruz...
Türk askerleri bu bölgede ilerlerken durup su içmek istemiş bir asker... Sözkonusu Türkiyeli askerin adını da söylüyor bize... Su içmek istediği kuyuda bir ceset olduğunu görmüş... Bir dolap kuyuymuş bu kuyu...
Tarif edilen kuyulardan birini buluyoruz... Dereyatağının karşısında, az ileride bir dolap kuyusu daha olduğuna işaret ediyor şahidimiz... Her iki kuyu hakkında da daha derin araştırma yapmak gerekecek...
Şahidimiz bu kuyuların kimlere ait olduğunu da anlatıyor bize...
İncelediğimiz bir başka kuyuyu daha gösteriyor şahidimiz bize – bu kuyu da durup dururken kapatılmış olduğu için kuşku uyandırmış şahidimizde...
Sürekli kullanılan ve sürekli içinde su bulunan bir kuyuyken aniden kuyu kapatılmış...
Bir krater gibi öylece duruyor Mesarya’nın ortasında...
Onun da koordinatlarını alıyor Okan Oktay ve fotoğraflarını çekiyor...
Sonra Ayakebir’den ayrılıp Lefkonuk köyünde gidiyoruz çünkü Lefkonuk’ta bir kazıya bakmak istiyoruz... Önce bu köyden her zaman bize yardım eden çok değerli bir okurumun evine gidiyoruz... Şahidimizi onun yanında bırakıp Okan Oktay’la Lefkonuk’taki (Geçtikale) kazı yerine ilerliyoruz... Şahidimiz bizimle birlikte Lefkoşa’ya dönecek, şimdi burada okurumla bir kahve içecek, biz de Okan Oktay’la kazı yerine bakmaya gideceğiz...
Bu kazı yerinde bir “kayıp” şahıstan geride kalanlar bulunmaya başlandı...
Şiroda Mehmet Zorba arkadaşımız çalışıyor... Loizos Yuannu ile Latife Akbayram, genç ve gönüllü arkeologlar olarak kazı ekibine yardım ediyorlar. Kazı ekibinde arkeologlarımız Yusra Eminoğlu, Ruzanna Theokli ve Pambos Şafku bulunuyor...
Gönüllü arkeolog Latife Akbayram, Temmuz-Ağustos aylarında kazılarda ihtiyaç olduğu için gönüllü olduğunu anlatıyor... Kefke’den, Çamlıköy’den geliyor buraya... İzmir’de arkeoloji okumuş... Loizos Yuannu da aynı şekilde gönüllü çalışıyor...
Bu gömü yeri bir dereyatağı, efgaliptoların hışırtılarından başka ses duyulmuyor bu alanda... Zaman zaman da kuşların ötüşü... Lefkonuk Belediyesi’nin yanıbaşındaki bu alanda bir “kayıp”tan kalanlar bulunurken, kazı devam ediyor...
Arkeologlarımıza başarılar dileyerek buradan ayrılıyoruz, okurumun evine geri dönüyoruz... Şahidimizi oradan alıp geri dönüş yoluna koyuluyoruz...
Şahidimize bize yardımcı olduğu için çok teşekkür ederken, Kayıplar Komitesi yetkilisi Okan Oktay’a da bu araştırmamıza katıldığı için çok teşekkürler diyoruz...
BASINDAN GÜNCEL...
“Varlık Vergisi’ni tartışırken...”
Arus Yumul
Varlık Vergisi hakkındaki olumsuz görüşlerini kendisine belirtmek için evine gelen Avram Galanti’ye Şevket Süreyya Aydemir şöyle der: “Galanti Efendi … siz tarihçisiniz, işi şöyle almalısınız: Biz Türkler asırlardan beri bin bir savaşta, sanayie, para ve sermaye biriktirmeye vakit bulamadık. Sizler, yani bütün azınlıklar ise bunları yaptınız. Biz sizi savaşlardan koruduk. Siz orduya asker vermediniz. Hatta bir takım yollarla vergi de vermediniz. Ticareti, sanayii, ithalat ve ihracatı, para ve sermayeyi ellerinizde topladınız. Bu işler, bizim asırlarca döktüğümüz kanlar pahasına ve hele Tanzimat’tan sonra münhasıran siz azınlıkların ellerinde toplanan imkanları korumak için oldu. (…) Bu bizim asırlarca dökülen kanımızla, sizin bu sefer vereceğiniz iki yüz milyonluk kağıt liralık varlık verginizi karşılaştırırsak ve buna hatta bir ‘Kan Vergisi’ desek, hesaplaşmamız acaba çok zalimane olur mu? Ne dersiniz? İsterseniz bizim dökülen kanlarımız ve sonu gelmez askerlik emeklerimizle, sizin şu bir avuç vergi fazlanızı karşılaştıracağımıza, sizin biriken servetlerinizle, bizim biriken kan ve askerlik haklarımızı teraziye koyarak hesaplaşalım. Eğer biz haklı çıkarsak, vergileriniz silinsin. Ne dersiniz?”
Bu sözleri tarihsel bağlamından koparıp okuyacak olursanız, gayrimüslimlerin yönetici pozisyonunda olduğu, üstüne üstlük kendi mal ve canlarını korumak için Türkleri zorla askere alıp savaşa gönderdikleri bir ülkeden bahsedildiğini düşünebilirsiniz. “Biz savaşırken onlar zengin oldu” söyleminde hiç dile getirilmeyip göz ardı edilen gerçek, Osmanlı çoğulculuğunun eşitsizliğe dayalı bir sistem üzerine inşa edildiğidir. Devletin hakim milleti Müslümanlar ile onun himayesindeki gayrimüslimler siyasi, idari, hukuki yönden ve sosyal hayatın çeşitli yönleriyle eşit statüye sahip değillerdi Ehl-i kitap gayrimüslimler, İslam’ın üstünlüğünü ve Müslümanların hakimiyetini kabul ettikleri sürece devletin himayesi altındaydılar. İslam hukukuna göre zimmi statüsünde olan bu kişiler, bu korunmaya karşılık cizye ve haraç vergisi öderlerdi. Diğer kısıtlamaların yanı sıra zimmilerin silah taşımaları yasaktı ve askere alınmazlardı. Bir başka deyişle, askere gidip gitmemek, savaşıp savaşmamak kendi tercihlerine bırakılmamıştı, gayrimüslimleri askerlik hizmetinden muaf tutan devletti. Aynı durum siyaset için de geçerliydi. On altıncı yüzyıldan on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısına kadar Osmanlı siyasetinde rol oynayan zimmilerin sayısı ihmal edilebilecek kadar azdı. Oysa Osmanlı devletinde iktidarın da statünün de kaynağı devlet hizmetinde yatmaktaydı. Baron de Tott’un aktardığı, kocası bir saray entrikası sonucu idam edilen hatırı sayılır Rum bir kadının, kendisinin talihsizliğine ve özellikle kocasının ölüm şekline yazıklanan bir Avrupalıya hışımla söylediği “Nasıl bir ölüm ile ölmesini isterdiniz? Öğrenin beyefendi, ailemden hiç kimse bakkal gibi ölmedi” sözleri tam da bu duruma işaret etmektedir.
Gayrimüslimlere bakış
Siyasi yelpazenin tüm renkleri için gayrimüslimler komprador burjuvazinin ve büyük sermayenin temsilcisi olagelmiştir. Gayrimüslimlerin ekonomik durumu hakkındaki bu klişe yaklaşım, gayrimüslimlerin Osmanlı ülkesindeki ekonomik faaliyetlerinin kapsamı ve çeşitliliğini yadsımakla kalmaz, içinde bulundukları ekonomik gerçekliği de - örneğin bünyesinde farklı sosyal sınıfları barındıran ve üyeleri çok farklı meslekler icra eden Osmanlı Ermenilerinin büyük bir çoğunluğunun çiftçiler veya topraksız köylülerden oluştuğunu ve bunların büyük bir bölümünün de Müslüman ağa ve beylerin keyfi davranışları altında ezildiği gerçeğini- göz ardı eder. Bu söylem, aynı zamanda, Osmanlı devletinin başka devletlere verdiği kapitülasyonlardan, tanıdığı ekonomik imtiyazlardan tutun da kapitalizmin ülkeye nüfuz etmesine, oradan devletin aşırı harcamalar sonucu borçlanmasına kadar her şeyden gayrimüslimleri sorumlu tutar. Öte yandan Müslümanların, küçümsedikleri tüccarlık ve diğer ekonomik faaliyetler yerine devlet görevini, memurluğu, askerliği tercih ettikleri konusunda da suskun kalır.
Genel geçer kanaatin aksine, sistem dış ticarette gayrimüslimleri kayırmıyordu. Ebubekir Ratib Efendi’ye göre on sekizinci yüzyılda Müslüman Osmanlılar %5 gümrük vergisi öderlerken gayrimüslimler için bu oran %10, Osmanlı topraklarında ticaret yapma izni olan yabancı tüccarlar için ise %3 idi. Yabancı tüccarların imtiyazları kapitülasyonlara dayanıyordu. Bu ayrıcalıktan yararlanmak için bazı gayrimüslimler de elçiliklerin himayesine giriyorlardı. Ancak gayrimüslimlerin ticarette yoğunlaşmaları ne yabancı elçiliklerin korumasına ne de on dokuzuncu yüzyıldaki gelişmelere dayanmaktadır. Zira Ortaçağ’dan beri gayrimüslimler “aracı azınlıklar” olarak ticaretle iştigal ediyorlardı. Aracı azınlıkları ticarete yönlendiren nedenler, devlet aygıtı ve ordunun kendilerine kapalı olması ve ticaretin toplum nezdindeki itibarsızlığıdır. Bu itibarsızlıktır ki tüccarlığı bir nevi suça, karşılığında “kan vergisi” ödenmesi gereken “ticaretle iştigal etme suçuna” dönüştürür. Ne gayrimüslimlerin 1856 yılına kadar ödedikleri cizye, ne devşirilen çocukları, ne de el konulan mal ve mülklerinin, bedelini bir türlü karşılayamadığı bir “kan vergisi.”
İtiraz ticarete mi , "kimin yaptığına" mı?
Gayrimüslimleri ticaretle uğraştıkları için suçlayanlar, gayrimüslim burjuvazinin yerine “milli burjuvazi” yaratma çabalarını olumlayarak, asıl itirazlarının ticaretin kendisine değil de ticareti kimin yaptığına olduğunu açık ediyorlar. Bu da bize bu hikayenin sadece bir ekonomi hikayesi olmadığı aynı zamanda toplumsal ve politik bir hikaye olduğu söylüyor. Zira bu yaklaşımın altında yatan mantık, bazı özelliklerin ancak “biz”de varsa takdire şayan, “onlar”da olduğunda ise tehdit edici olduğudur.
(AGOS – Arus YUMRUL – 21.11.2021)