İlke Gürdal
ilke8@hotmail.com
Jürgen Habermas sunduğu communicative action/iletişimsel eylem modelinde siyasete dair çok farklı tartışmalara girmektedir. Habermas öncelikli olarak savunduğu noktalardan biri olan gücün tekel olarak bir grubun elinde bulundurulmasına karşı çıkmakta, ancak toplumda her kesimin onayını almış ve halkın huzuru için araçsallaşmış bir gücün varlığının gerekliliğini de son tahlilde kabul eder. Habermas, gücü, “legitimate power” ve “illegitimate power” yani “meşru güç” ve “meşru olmayan güç” diye ikiye ayırdıktan sonra, bunlar arasındaki temel farkın ilkinin, zorbalıktan beslendiği için meşru olmadığını, ancak ikincisinin bir “nedene” dayandığını, bunun da diyalog yolu ile ulaşılan, konsensüs ile bağlantılı olduğunu ifade eder.
Habermas temel olarak iletişim modelini “meşru/gayrimeşru tanımlarından yola çıkarak güç/iktidar kavramları ile izah etmektedir. Peki Habermas iletişim için nasıl kurallar ön görmektedir?
Habermas’ın ilk ve önemli şartı iki tarafın iletişiminin sağlam bir zemine oturması için “unconstrained communication” yani “sınırlandırılmamış/serbest iletişimdir. Çünkü Habermas’a göre iletişimin herhangi bir zorbalık ve baskı neticesinde bir sonuç doğurmaması için, mutlak surette tarafların özgür bir şekilde, yani herhangi bir baskı altına girmeden sözleşme yapması gerekiyor. Dolayısı ile “özgür/ serbest iletişim” olarak adlandırdığı sürecin free will/özgür irade ile şekillenmiş olması ve sonuç itibari ile de bağlayıcı olmasının “common will / ortak iradeye” ulaşarak mümkün olacağını iddia eder. Bunun için de, tarafların bırakın güçlerini, kullandıkları dilin bile yönlendirici olmaması gerekir. Ancak bu koşullarda özgür irade tecelli eder.
Herhangi bir sohbet ortamına katıldığınızda Kıbrıslı Türkler’in yine bir seçim arifesinde olduğu belli olur. KKTC Cumhurbaşkanını, yani Kıbrıs Türk toplumu liderini seçeceğimiz bu seçim bana siyaseten kullandığımız dilin de aslında nasıl şekillendiğini düşündürdü. Cumhurbaşkanlığına aday olan siyasetçilerin hepsi halkın kendilerinin adaylığına yönelik isteğini ön plana çıkarmakta ve kendilerini bu temelde meşru kılma çabası içindeler. Bu bağlamda Kıbrıslı Türkler için özgür irade ya da ortak irade ne olmalıdır? Adayların toplumun genelini kapsayıcı siyasetleri var mıdır yoksa kendi tekel güçlerini oluşturmayı mı hedefliyorlar? gibi sorular kafamı kurcalıyor…
Seçim dönemindeki söylemlere baktığımızda daha önceki seçimlere kıyasla Kıbrıs sorununun yerine, iç siyasete dair politikaların daha fazla yer bulduğu aşikar… Bunun başlıca sebeplerinden biri müzakerelerdeki mevcut tıkanma olsa da, adayların, toplumsal sorunlara yönelik taleplerle ilgili var olan boşlukları doldurma amaçlarıyla da bağlantılıdır. Adayların hem toplumun geneline hitap etme, hem de diğer adaylara siyaset alanlarını tekeline aldırmama çabası açıkça görülmektedir. Seçim için dört iddialı aday olması uçta sayılabilecek söylemlerin törpülenmesine yol açmış ve adayların daha çok toplumsal konsensüsü hedefleyen söylemler üretmesine sebep olmuştur. Adayların söylemlerine bakıldığında, toplumun ihtiyaçlarına cevap vereceği iddiasıyla oluşturulmuş kapsayıcı siyaseti hedefleyen bir söylem ortaya konulmaktadır.
Adaylar arasında kıyaslamaların ise, adayların fikirlerinden çok yaşlarına, geçmişteki söylemlerine ve cinsiyetlerine bakılması da aslında mevcut tartışmanın ne kadar kısır olduğunu bize göstermektedir.Toplumsal konsensüsçü siyasetten Kıbrıs sorunu da nasibini almıştır. Kıbrıs sorununun çözümüne yönelik somut fikirlerin konuşulmadığı, genelde tartışma konusu olan toprak, güç paylaşımı ve mülkiyet gibi konularda atılacak olan adımlardan ziyade adaylarda Kıbrıs sorununu çözmek için irade olduğunun üstünde durulmaktadır. İçerikli bir tartışma olmamakla beraber, iki toplumu yakınlaştıracak faktörlerin ne olduğu ya es geçilmekte ya da üstünde çok durulmamaktadır.
Maraş konusunda ise durum biraz farklıdır. Maraş’ın yerleşime açılması konusunda her adayın kendine göre bir çizgisi olduğu gibi, tek bir aday dışında bütün adaylar bu meseleyi bütünlüklü çözüm kapsamında değerlendirmektedir. Bu da bize aslında toplum olarak mevcut durumu değiştirmek için bir yandan fikir beyan ederken, mesele uygulama olunca aynı kararlılığı gösteremediğimizi ortaya koymaktadır.
Türkiye ile olan ilişkiler ise seçim dönemi boyunca üstünde pek konuşulmamış, yapısal olarak irdelenmemiş konulardan biri oldu. Türkiye’den gelecek su ve elektrik tartışmaların yaşandığı, özelleştirmeye karşı mevcut bir toplumsal direniş olmasına rağmen adayların bu konudaki görüşlerini çok da öne çıkarmaması ilginç bir nokta olarak göze çarptı. Bu da aslında seçim döneminde siyaseti konuşurken, bir yandan da adadaki mevcut halk ile iletişimde ayrıştırıcı bir dil kullanılmamaya özen gösterilmesi ile açıklanabilir.
Seçimi kazanmak için her adayın farklı kesimlere hitap etmesi gerekliliğinden yola çıkarsak, uçtaki söylemlerin yerleşik nüfusu negatif etkileyebileceği ihtimal dahilindedir. Buna rağmen bu konuda alternatif üretmeyen bir adayın mevcut düzeni değiştirme iddiası da temelsiz olacaktır. Söylemlere bakıldığında Kıbrıslı Türklerin ortak iradesi ülkede belli şeylerin yanlış gittiği yönündedir. Zaten Derviş Eroğlu dışında da tüm adayların bu eleştirel tavrı takındığını söyleyebiliriz. Önemli olan bunları düzeltmek için ortaya konulacak eylem planıdır. Mevcut statükoyu yeniden üretecek olan ufak tefek reformların, KKTC’yi tanıtmak için daha çok girişim yapılması gerektiği gibi fikirler yıllar boyunca işe yaramadığı kanıtlanmıştır. Bunların arkasına sığınıp gerçekleştirilen siyaset bizi ileriye taşımayacağı gibi, dünyadaki gelişmelerden de geri kalmamıza yol açmıştır. Hala daha bu görüşün siyasetin bir parçası olması ve kabul görmesi üzücü ve düşündürücüdür.
Yukarıda bahsedildiği gibi, zorbalık üzerine kurulan, dayatmacı siyasetler meşruluğunu yitirmektedir. Toplumdan gelen taleplere rağmen kendi bildiğini okuyan siyasiler de er ya da geç siyaset sahnesinden silinecektir. Toplumsal çıkarların ön planda olmayıp zümresel çıkarların korunduğu siyaset yapısı sürdürebilir değildir, olmamalıdır.
Desteğini halktan aldığını iddia eden siyasilerin halka kendi fikirlerini dayatmak yerine halktan gelen taleplere açık olması kaçınılmazdır. Aksi halde seçimde toplum lideri değil, Cumhurbaşkanlığı makamını dolduracak birini seçmiş olacağız.