Cemal Yorgancıoğlu
cemalyorgancioglu@gmail.com
Akademi genel itibariyle “millet nedir?”, “milliyetçilik nedir?” gibi sorulara cevap aramayı kendine görev edinmiş bir alandır; lakin bu yazımız bu kavramlara dokunmadan milliyetçiliğin ne olup, olmadığı hakkında tarihsel bir gelişim serüveni izleyecektir. Milliyetçilik için yapılan bir genelleme onun modern bir fenomen olduğudur. Buradaki dikkat çekici nokta ise onun sosyo-siyasal karakterini kazanmasından önce, sosyo-ekonomik gelişimini tamamladığıdır. İlk olarak Batı Avrupa toplumlarında, vatanseverlik, vatandaşlık ve ulus-devlet ile birbirine bağlı olarak tanımlanmaya başlanmıştır. Bununla birlikte, dünyadaki politik, sosyal ve kültürel gelişmelerin bir sonucu olarak, etnik köken, etnik kültür, irredentizm, azınlıklar, etnik gruplar ve etnik çatışmalar gibi kavramlarla ilişkilendirilmiştir.
Milliyetçiliğin ideolojik duruşu ona ortak bir ulusal kimlik oluşturma noktasında önemli bir işlev yüklemiştir. Anthony Smith, ulus devletin farklı sosyal yapılarda kurulması ve hayatta kalması hususunda milliyetçiliğin kitleleri etkilediğini ve önemli politik etkilerinin ortaya çıkmasını sağladığını söylemiştir. Literatürde milliyetçiliğin belki de ilk Doğu-Batı ayrışımını ortaya koyan Hans Kohn, bu kavramın Doğu ve Batı coğrafyalarında farklılıklar gösterdiği savını ortaya koymaya çalışmıştır. Batı cenahında çoğu zaman sanayileşme ve modernleşmeyle ilişkilendirilen ulus-devlet, milliyetçiliği kendine has bir ideoloji olarak dünyaya getirirken, Doğu toplumlarındaki milliyetçi hareketler milli devletlerin oluşumunda önemli bir rol oynamıştır. Dahası, bu kavram tarih içindeki yolculuğunda ilerlerken, kendisi için yapılan tanım ve tasvirleri yıkarak değil, birbirlerine eklemleyerek ilerlemiştir. Bu bağlamda milliyetçilik hareket kabiliyeti yüksek, farklı algılara sahip, çeşitli söylemlere geçit veren, kompleks bir kavram şekline gelmiştir. Kohn, evrensel, toplumsal ve liberal milliyetçiliğin Batılı olduğunu söylerken etnik, partikülaristik ve illiberal milliyetçiliğin Doğu’ya ait olduğu savunur. Ancak Taras Kuzio Kohn’un coğrafyayı dikkate almadığı konusunda ısrar etmektedir. Bu derecelendirmelerden de anlaşılacağı üzere milliyetçilik, kendisini çağlara, siyasi rejimlere, ekonomik ve sosyal yapılara adapte edebilen ve dolayısıyla mekâna ve zamana göre farklılaşabilen oldukça dayanıklı bir ideolojidir.
Giriş faslı için son olarak, Anthony Smith’in tanımına başvurmanın yerinde olacağı kanaatindeyim. “Milliyetçilik tekil, sabit bir ilkeler ve idealler seti değildir. Doktrin, hareket ve sembolizm olarak, temel amaçlarını korurken, neredeyse sonsuz adaptasyon ve yeniden biçimlendirme yapabilen bir bukalemuna benzediğini kanıtlamıştır”. Buradan anlaşılması gereken bence şu olmalıdır: Milliyetçilik belki de en güçlü ideolojidir, fakat aynı zamanda sosyal bilimlerde tek başına bir şey ifade etmeyen bir kavramdır. Yani, zincirdeki en zayıf halkadır. Bu kavram sadece vatandaşlık, yurtseverlik, popülizm, etnik köken, etnik kökencilik, yabancı düşmanlığı, şovenizm ve emperyalizm gibi terimlerle zenginleştirilmemiştir; millet, milliyet, etnik köken, kültür, ırk, ırkçılık, halk, vatanseverlik ve benzerli kavramlarla ve bir tür belirsizlikle iç içe geçmiş durumdadır.
Aslında, milliyetçiliği ‘yurtseverlik’ ve ‘milli karakter’ olarak tanımlama geleneği, genel olarak Fransız-Alman milliyetçiliği gibi iki değişik ve zıt kavram olarak, aşağı-yukarı benzer dönemlere (18.yy’ın sonlarına) kadar dayanmaktadır. Fransız milliyetçiliği bir devletin sınırları içinde yaşayan vatandaşları “sivil bağ” ile bağdaştırmak çerçevesinde tanımlanırken, ikinci model olan Alman milliyetçiliği ise “dil ve kültür” arasında ayrılmaz bir bağlantı olduğu görüşü ekseninde hareket etmektedir. Burada not düşülmesi gereken nokta ise “Milliyetçilik” kavramı ilk kez Alman filozof Herder’in Volkgeist (Ulusal Ruh) tanımında kullanılmış olmasıdır ve bunun üzerinde ayrıca durulması gerekmektedir. Alman Romantizmi denilen felsefi harekete göre toplumu eşsiz ve birleşik kılanın kültürdür ve her kültür farklı ve benzersizdir. Bu görüş gelecekte bir ulus olma fikrinin de temelini oluşturacaktır. Batı Avrupa’da, siyasi kargaşa yaşayan Fransa, 1789’daki devrime sahip bir millet olarak tanımlanacak ve buna paralel olarak önemli bir rol oynayarak milliyetçiliği devletin devamlılığını ve kitlesel meşruiyetini sağlamak için yurtsever bir ideoloji haline getirecektir.
Millet kavramı, Fransız Devrimi ile birlikte literatürde yaygın bir biçimde kullanılmaya başlamış fakat felsefi ve kültürel anlamı yaygınlık kazanmadan siyasallaştırılmıştır. Gidilen bu yol milli monarşilerin dünyaya gelmesiyle birlikte, insanları mevcut topraklarında modern bir millet olarak birleştirmiştir. Eric Hobsbawm bölgeselliği/sınırı ise şöyle tanımlamaktadır. “Millet = devlet = insanlar denklemi ve özellikle egemenlik kavramı, insanları, yani milleti topraklara bağladı, çünkü devletlerin yapısı ve tanımı şimdi esasen bölgeseldir”. Milletin siyasi anlamı, onu halkla ve devletle eşitleyen kullanımdı çünkü devletlerin yapısı ve tanımı temel olarak belirli bir toprak parçası ile ilişkilendiriliyordu. Bu tanımlamaya göre, eğer milletin bütünleştirici ortak bir özelliği varsa, bu aslen etnik köken, dil ve benzeri unsurlar değil, özel çıkarlara ve imtiyazlara karşı ortak çıkarları koruma anlayışı olmak durumunda idi. Bu dönemdeki devrimci düşünürler milliyetçiliği “ortaklaşa vatanseverliğe ve birlikte yaşama arzusuna sahip olan grup” olarak tanımlamışlardır. Bu devrimci millet kavramı, etnik köken, ortak dil, din, bölge ve ortak tarihsel anılar gibi kriterler çerçevesinde tanımlanmış, bir topluluğa uygun ulus-devletleri inşa etmeyi amaçlayan bir program olarak tasarlanmıştır.
18.yy’ın sonları ile 19.yy’ın ortalarına gelindiğinde milliyetçilik devlet, vatan ve vatandaşlık olarak tanımlanmıştır. Bu anlayış, her ulusun bir devleti olması gerektiği ve bu devletin sınırları içerisindeki her özgür vatandaşın bu ulusun bir parçası olduğu fikrini desteklemektedir. Bu dönem için milliyetçilik, “kendi kaderini tayin hakkı” ve “ulus-devlet” ile ilişkilendirilmiştir. Fakat o dönemler Avrupa tam anlamıyla henüz bu halde değildir ve belirli ulus devletlerden ve kesin olarak çizilen sınırlardan oluşmamaktadır (bu önemli bir sorundur). Avrupa’da bu dönemin liberal düşüncesine ek olarak, kitlesel işçi hareketleriyle kayda değer bir politik fikir olmaya başlayan sosyalist-komünist akımın, milliyetçiliği ve ulus olabilme fikrini nasıl gözlemlediğini de belirtmek gerekmektedir. Marx ve Engels’e göre, modern ulus, feodalizmin kapitalist üretim tarzı tarafından değiştirildiği uzun bir tarihsel sürecin ürünüdür. Kapitalist üretim modeline geçiş, Batı Avrupa’da birçok sosyal varlığın daha homojen ve merkezi bir yapı halini almasını kolaylaştırmıştır. Bölgesel çeşitliliklerin azaltılması, market ekonomisinin sine qua non (olmazsa olmaz) şartlarından biriydi. Bu açıdan, Marx ve Engels, Hegel’in tarihi olan ve olmayan ulusların ayrılmasını yeniden canlandırmıştır. Buna göre, halklar ya kendi devletlerini kurarak ulus olacaklar ya da tarihi olmayan halklar (Geschichtslose Völker) olarak kalacaklardır. Tarihi olmayan halklar gericiydi çünkü kapitalist üretim biçimine uyum sağlayamadılar ve varoluşları eski rejimin devamlılığına bağlı olduğu için değişime karşı çıkmıştırlar.
18. yy.’ın sonundan itibaren, Herder ve Fichte gibi Alman filozoflar kültürel özgüllük ve ulusal karakter gibi kavramlara dayanan Romantik felsefe açısından tepkilerini oluşturdular. Almanların tanımladığı Almanya sınırları dışındaki insanların (Almanlar) birleşmesi, yeni bir fikrin gelişmesine ve yeni bir milliyetçilik tanımlanmasına neden olmuştur. Fransız Devrimi ile güçlenen “devlet-ulus-halk” üçlemesi kutsallığı ve devletin sınırları içindeki türdeş ulusun milliyetçi kavrayışı, Almanların ulusu kültürel bir birlik olarak tanımlama girişimleri ile ikinci bir anlam kazanmıştır. Alman milliyetçiliği, Germenleri sınırları belli bilindik bir bölge içinde yaşayan vatandaşlar olarak değil, hepsinden de öte ortak bir tarihin, dilin ve kültürün ögeleri olarak algılamıştır. Alman milletinin devlet tarafından oluşturulmadığı, halkının kendi devletini yarattığı ve Almanların kültürel bir toplum olduğu görüşünü savunmuşturlar. Böylesine bir milliyetçilik, bilhassa Orta ve Doğu Avrupa’da farklı sınırların içinde yaşam süren her bir insanoğlu için çekici bir tarif haline gelmektedir, çünkü sadece uygar ülkelerin uluslarına değil, aynı zamanda kültürel özelliklere sahip tüm insanlara da uygulanabilmektedir.
1871’de Alman birliği (Alman İmparatorluğu - Deutsches Reich) kurulmuştur. Bu gelişme, Avrupa’nın kalbinde yeni bir milliyetçilik tanımını getirmiştir. Bu bağlamda, milliyetçilik artık uygarlık süreci ile ilintilenen ve sadece medeni halklara ait bir ulus olma ideolojisi olarak tanımlanmamaktadır. Kültürel bir birliği sağlamak için, devlet sınırları değiştirilebilir fikrini ortaya koyan ikinci tanım böylelikle ortaya çıkmıştır. Bir başka tartışma alanı da milliyetçiliğin kitleler tarafından giderek siyasi bir görüş olarak benimsenmesiydi. 1880’lerden bu yana, oy kullanma hakkının yaygınlaşması, iletişim ve ulaşım alanındaki gelişmeler ve sömürge/koloni imparatorluklarının kurulması ulusal meseleyle ilgili tartışma konularına farklı bir boyut getirmiştir. Ulusal sloganların potansiyel veya gerçek seçmenlere veya kitlesel siyasi hareketlerin destekçilerine cazip gelmesi, milliyetçi ideolojiyi bilhassa Sosyalistler için güncel bir mesele haline getirmeye başlamıştır. Liberalizmin lehtarı olan bireylerin yanı sıra, bireylerin milliyetçilik için ne düşündükleri veya hissettikleri önem kazandığı gerçeği giderek daha önemli hale gelmiştir. Bu ortamda devletler, büyük değişimler ve hareketler karşısında kamu dinini oluşturmak zorunda kalmıştır. Siyasetin enstrümantalizasyonu ile tebaayı vatandaşlara dönüştürme adımı, istemsiz popülist eğilimleri bilinçsizce arttırmıştır. Bu popülist şuur giderayak artan bir şekilde siyasal söylem, din, dil ve Germen vatandaşlığı fikri ile birlikte nihayet vatandaşlıkla kültürel birliği anlayan Alman fikrine yol açmıştır. Çünkü 1880’den 1914’e kadar olan süre aynı zamanda devletler içinde ve arasındaki en büyük kitlesel göçlerin, emperyalizm döneminin ve dünya savaşının tetiklediği uluslar-arası rekabetlerin yaşandığı bir dönemdi. Gelişmeler çok geçmeden Sosyalizm için bir kâbusa dönüşmüştür. Fransız Devrimi ve Alman birliğinin kurulması, bir dizi olumlu anlamdan kitleleri popülist gerekçeyle bağdaştırarak ve sağcı politikalar için zemin hazırlayan fanatik siyaset araçlarına dönüştürmüştür. Bu popülist milliyetçi dönem, 1880-1914 yılları arasında bazı tarihçiler tarafından da modern milliyetçiliğin temelini kanıtlamaktadır. Bahsedilen iki milliyetçi hareketin gelişimi sırasında, araçsallaştırılmış bağlam, milliyetçiliğin kitleselleşmesi ve hükümetler tarafından kullanılması gibi konuların ayrıca üzerinde önemle durulması gerekmektedir.