Milliyetçilik öncesi annemle babamın cenneti: Çağlayan’da bir ev ve bir bahçe...

Sevgül Uludağ

Milliyetçilik öncesi annemle babamın çok mutlu olduğu, onlar için “cennet” diye tabir edebileceğim bir yer vardı: Çağlayan’da yaptırdıkları ev ve bahçesi...

Bu evi çok özenerek yaptırmamışlardı aslında, alel acele inşa edilmişti – üstelik tamamen plansızdı... Annem bu yüzden yıllar boyunca hep bu evi yapan ustaya – her kim idiyse, adını hala öğrenemedim – söverdi... “Mübarek adam!” derdi, “Yatak odalarını tam ters tarafa yaptı! Esintiyi alacak yerde, hiç esinti almayan yere inşa etti!”

Gene da çok mutluydu babamla annem bu evi yaptırdıklarında... EOKA’nın 1955’te kurulmasıyla birlikte, babam artık Ermu’ya yakın olan Ayios Yakovos Sokağı’nda anneme Afet Teyzesi’nin armağan ettiği evde kalamayacaklarını sezmişti... Bu yüzden Ermu Caddesi’ne yakın evimize karşılık bir bankadan bin lira borç alarak Çağlayan’da bir arsa satın almıştı Seyfi Beyler’den ve bu arsanın garaj kısmına alel acele bir ev inşa ettirmeye girişmişti. İki yatak odası, bir salonu, bir yemek odası, bir tuvalet-banyosu olan bir evcikti bu. Ön taraf hep bahçeydi...

GÜLLER, YASEMİNLER, MANDARİNLER...

Bu bahçeye güller, yaseminler, ekşi, mandarin ağaççıkları, incir ağacı ekmişlerdi... Elbette bir de talvar yaptırıp uzun yıllar verigo üzüm verecek olan asmayı dikmişlerdi... Ben küçükken, babam henüz ölmeden önce, annemi omuzlarına aldığını hatırlarım. Böylece annem talvara uzanıp salkım salkım üzümleri keserdi, merdiven falan olmaksızın...

Bu evde çok mutluydular. Ben henüz doğmamıştım... Mart 1956’da bu eve taşınmışlardı... Kapıların demir işçiliğinin dizaynını da anneciğim çizmişti. Evin kapısında içiçe geçmiş “T” ve “N” harfleri vardı, annemin adı Türkan’ın ilk harfi ve babamın adı Niyazi’nin ilk harfiydi bunlar. Kıvrımlı demirlerle süslenmişlerdi. Demirci bunu yaparken, gene hata yapmıştı ve N harfini tüm kapıyı kaplayacak şekilde yapmak yerine, kendi bildiği şekilde daha kısa yapmıştı, annem bu hataya da işaret ederdi hep... Kapının iki yanındaki iki dikdörtgen pencerenin demir işçiliği için ise annem A ve İ harflerini seçmişti, abim Alper ve ablam İlkay’ın isimlerinin ilk harfleri yani... Ben henüz hiç ortada olmadığım için benim adım kapı ve pencerelerde yoktu...

KEMAN VE AKORDİYON...

1956 yılında Ermu’dan ayrılıp Çağlayan’a taşınmışlardı. Bu evde çok mutlu olacaklardı... Abim küçük yaşlardan itibaren ünlü keman ustası, müzik öğretmeni Kıbrıslıermeni Vahan Bedelyan’dan keman dersi almaktaydı... Keman hayatı boyunca abime eşlik edecekti... Ablam ise akordiyon çalıyordu... Bahçenin ortasına inşa ettirdikleri, tabanını da gökkuşağı renklerinde döşettikleri bir kioskta, çiçekler arasında oturuyorlar, bahçedeki küçük havuzun fıskiyesinden şırıl şırıl sular akarken, abim keman, ablam akordiyon çalıyordu...

Ben böyle bir evde dünyaya gelmiştim 15 Ekim 1958’de...

GÜLLER ALONARA’DAN...

Annem, hatıralarında Çağlayan’daki ev ve bahçe için şöyle yazıyordu:

“EOKA dönemi başlayınca derhal bir usta bulduk ve iki yatakodası ve bir mutfağı olan küçük bir ev yaptırdık ve 11 Mart 1956’da bu eve taşındık. Sevimli bir evdi bu. Ağaçlar, çiçekler, sebzeler ektik bahçemize... Evimiz, bahçenin gerisinde inşa edilmişti, ön taraf hep bahçeydi...

Leymosun’da Alonara diye bir Kıbrıslırum bahçıvan vardı, ondan yedi tane güzel gül fidanı aldık ve bunları bahçemize ektik. Karanfillerimiz, dalyalarımız, şebboylarımız vardı ve yeşillikler içinde küçük süs havuzumuz. Bahçenin yan taraflarına bir incir ağacı, asma, mandarin, nar ve ceviz fidanları diktik. Cennet gibi bir yer olmuştu bahçe. Sokaktan geçen herkes durup bahçemize bakıyordu. İki çocuğumuzla evimizde çok mutluyduk. Ancak eşim birinin kucağında ne zaman küçük bir çocuk görse durup seviyor ve “Türkan bize küçük bir çocuk doğurmaz ki sevelim” derdi... Bir oğlumuz, bir kızımız vardı ancak eşimi mutlu etmek için bir kez daha deneyelim dedik. Bu eve taşındıktan birbuçuk sene sonra hamile oldum. 40 yaşındaydım! Ve 41 yaşındayken, 15 Ekim 1958’de kızımız Sevgül’ü dünyaya getirdim! Hem eşim, hem de ben çok mutluyduk. Kızımız İlkay 15 yaşındaydı, oğlumuz Alper 11 yaşındaydı. Küçük kızkardeşlerini çok seviyorlardı. Kızımız onun giysilerini seriyor, oğlumuz da onları ütülüyordu. Kızımız çok güzel ve çok sağlıklıydı. Bahçeyi, çiçekleri, ağaçları izlemeyi çok severdi. Gününün çoğunu bahçede geçirirdi.”

Çağlayan'daki evin bahçesinde abim ve ablamla birlikte...

“GÜRBÜZ VE SAĞLIKLI BEBEK YARIŞMASI...”

“Artık altı aylık olmuştu. Bir gün bir ilan çıkmıştı gazetelerde, “En sağlıklı, en gürbüz bebek yarışması” hakkında. Benim ilgimi çekmemişti. Ancak meğer kızımız ve oğlumuz, küçük kızımızın adını bu yarışma için bizden gizli yazdırmışlardı. Bir gün postacı bir mektup getirdi, 23 Nisan 1959’da bir okulda yapılacak yarışma için kızımızı oraya götürmemiz isteniyordu. Çok şaşırmıştım. Çocuklarımız gülmeye başladılar. “Onu biz yazdırdık, bundan daha güzel bir çocuk mu var?” dediler. Böylece kızımızı giydirip yarışmaya götürdük. Altı doktor vardı bu yarışmada. Sıraya girdik ve sıramız gelince içeriye girdik. Kızımı görünce, “Ah! Kesinlikle birinci gelecek” dediler.

30-40 çocuk vardı yarışmada. Yarışma altı aylık bebekler, 1-2 yaşındaki çocuklar ve 3 yaşındaki çocuklar arasındaydı. En küçükten başladılar. Sıramız gelince içeriye girdik. Diğer bazı çocuklar ağlayıp bağırırken, kızımız hekimlere gülümsüyor ve onlara “oooo, oooo” diyordu. Bir doktor onu soymamızı söyledi. Onu tarttılar. Sonra boyunu ölçtüler. Onu nasıl beslediğimi sordular. Kızımızı emziriyordum, ayrıca taze portokal suyu ve çok sevdiği sebze çorbasıyla besliyordum onu... Çorbasını da ya tavuk ya da etsuyuyla yapıyorduk. Çocuk bir doktordan ötekine elden ele dolaştırıldı, hiç ağlamadı. Hekimlerin tüm sorularını cevapladıktan sonra dışarı çıktık ve evimize döndük.

Akşamüstü elimle birlikte dolaşmaya çıktık, eve döndüğümüzde gazetecilerin bizi aradığını öğrendik. Kızımız Sevgül, altı aylık sağlıklı bebekler kategorisinde değil yalnızca, tüm diğer kategorilerde de “Birinciler Birincisi” seçilmişti. Boyu, kilosu ve fiziksel durumu, hekimlerin kitaplarında öngörüldüğü ölçülerdeydi... Ona bir kupa, bana da 10 lira armağan ettiler, kızımızı çok iyi beslediğim için. Resimleri gazetelerde çıkacaktı. İnsanlar evimize gelip onu görmek istiyor ya da yolda bizi durdurup onu görmek istiyorlardı...

Bundan sonra uzun yıllar artık böyle yarışmalar yapılmadı ve kızımız da bu bahçede bir kraliçe gibi elleri arkasında bağlı, güllerden karanfillere doğru gidip onları kokluyor, bahçedeki çiçeklere hiçbir zaman zarar vermiyordu...”

MİLLİYETÇİLİĞİN ÇALDIĞI MUTLULUK...

Ancak bu cennetsi ortam çok fazla devam etmeyecek, milliyetçiliğin o korkunç yüzünü göstermesiyle birlikte, annemle babamın ve ailemizin yaşadığı mutluluk tuzla buz olacaktı...

Çok çok uzun zaman önce, bir çocuk olarak beni en çok etkileyen şey, babamı kaybettiğimizde hissettiklerimdi. Henüz yedi yaşındaydım ve bu benim çocukluk travmam olarak neredeyse tüm hayatım boyunca bana eşlik edecekti... Henüz üç yaşlarında bir çocukken onu hapishanede görmek ve ona “Evimizin direğisin” diye başlayan şiiri okumak, “Bir küçücük aslancık vardı” şarkısını söylemek de en acı verici hatıralarımdan biri olacaktı. Bir suç işlediği için hapishaneye konmamıştı – babamın suçu, Kıbrıslıtürk yetkililerle işbirliği yapmaması, onları eleştirmesi ve o günlerde “yeraltı teşkilatı”na katılmayı reddetmiş olmasıydı... Kıbrıslıtürkleri idare eden efendilere “Ben bir tavuğu bile bazlayamam... Yarın gelip bana git kardeşini vur deyceksiniz ve bunu yapmayacağım... En iyisi sizin yeraltı teşkilatınız TMT’ye katılmamaktır” demişti...

ACIMASIZ İNTİKAM...

Kıbrıslıtürk toplumunun egemen çevrelerinin intikamı ise acımasız olmuştu: Cebinde tek kuruş bırakmayacak biçimde işsiz bırakmışlardı onu – bulduğu her işte, işin sahibi kimse, derhal TMT tarafından tehdit ediliyor ve ertesi günü işten atılıyordu babam...

Çatoz’dan bir akrabamızın otobüsleri vardı, Lefkeliler Hanı’nda bu otobüslere binecek yolculara bilet kesmek üzere babam halasının kızıyla evli olan bu otobüs şöförünün yanında iş bulmuştu. İşe bir gün gidebilmişti. Aynı gün TMT gidip bu otobüs sahibini bulmuş, onu tehdit etmiş ve babamı işten atmazsa, otobüslerini o gece yakacaklarını söylemişlerdi... Adam apar topar Çağlayan’daki evimize gelmişti... “Aman Niyazi, sakın yarın işe gelme, yakacaklar bana otobüslerimi” demişti. Küçük bir çocuktum ama bu adamın kekeleyerek, utanarak, sıkılarak o garaj kısmında inşa edilmiş evin salonunda bunları söylediğini hatırlarım hala...

KÜTÜPHANEDEKİ “CASUSLAR” VE BASKILAR...

Böylece beş parasız kalmıştı babam... Son çare, Çağlayan’daki evimizin odalarını kiralamaya başlamışlardı yabancılara... Evdeki zeytinleri satıp ekmek alıyordu annem... Böylece uzun yıllar devam edecek sefalet ve fakirlik başlıyordu ancak birbirimize olan sevgimiz hiç eksilmeyecekti... Yoksulluğu, kovuşturmaları, insanların bizi takip etmesini, annemin kütüphanede çalışırken aldığı tehditleri, efendilerin kütüphaneye gönderdiği “casuslar”ın annemin masasının dibinde oturup ne konuşursa gidip “ihbar” etmelerini, hepsini ama hepsini birbirimize sarılarak atlatacaktık. Ve Tahtagala’da çok fakir bir ailede büyümüş olan anneciğim, bu sert koşullarda büyük bir bilgelikle tüm bu rejimin “casusları”nı deşifre edecek, onları geldikleri yere geri gönderecek, tekliflerini hep reddedecek ve hiçbir zaman onlara kendini zora sokacak herhangi bir gerekçe vermeyecekti. Bu “casuslar”ı gönderen efendilere başını hiçbir zaman eğmeyecek, onların rehinesi de olmayacaktı... “Etini kesip yeycen, kasaba minnet etmeycen” derdi hep bana... Açlık mı? Evet açlık... Fakirlik mi? Evet, fakirlik... Herşeyi ama herşeyi göğüsledik birlikte – babam yoktu, babamın kalbi yaşadığı baskılara dayanamamış, 1966’da bir kalp krizi onu bizden alıp götürmüştü... Çağlayan’daki evde tek başımızaydık anneciğimle – ablam evlenip gitmişti, abim Ankara’da üniversiteye gitmişti...

ÇAĞLAYAN’DAKİ EV, SIĞINAĞIMIZDI...

Yapayalnızdık ama bu da önemsizdi çünkü birbirimize sarılıp uyuyorduk... Uyurken elele tutuşuyorduk annemle... Babamla paylaştığı yatağı babamın akrabalarına vermişti annem – iki tek karyolayı birleştirip onların odasına koymuştuk, burada uyuyorduk... Odaları ısıtamıyorduk... Salonda bazan iki çubuklu küçük bir sobayı yakardık kısa süreliğine, ısınınca battaniye örtünüp üç kişilik büyük koltukta ayaklarımızı birbirimize doğru uzatır, soğuk geceleri böyle geçirirdik anneciğimle... Çağlayan’daki ev, sığınağımızdı... Yuvamızdı... Dışarıda milliyetçilik büyük fırtınalar kopartıyor, babam ölmüş olduğu halde, hala bizden intikam almak için binbir alavere dalavere çeken ve sürekli olarak annemi ezmeye çalışan rejime karşın hayattaydık, annem onlara sövüp sayar, sürekli beddua eder ama gene da gülüşünü yitirmezdi... Onun öfkesi ve gülüşü bana da geçerdi...

YALNIZCA ON YIL GEÇİRDİLER...

Anneciğim Türkan Uludağ’ı 2005’te kaybettik... Tüm bunlara dönüp baktığımda en çok içerilediğim şey, Ermu’dan ayrılıp Çağlayan’daki bu eve geldiklerinde annemle babamın burada birlikte yalnızca 10 yıl yaşayabilmeleriydi... 1956’da taşınmışlardı bu eve ve 1966’da babam vefat etmişti... Yepizyeni bir evde yalnızca on sene birlikte yaşayabilmişlerdi – onun da yarısı hastalıklarla, baskılarla, fakirlikle, sefaletle boğuşmakla geçecekti... Güllerle ve yaseminlerle dolu, kedilerin dolaştığı, kuşların, kelebeklerin uçuştuğu bu güzel bahçedeki o yeni evde yalnızca on sene geçirebilmişlerdi birlikte... Birlikte bu evin ve bu güzel bahçenin tadını çıkaramamışlar, bu evde birlikte yaşlanamamışlardı...

Benim için bu bahçede büyümek, tıpkı bir cennette büyümek gibiydi...

Anneciğim her zaman ilginç şeyleri işaret ederdi: Gül ağacının üstünde yuvasını kuran küçük örümcek, havuzdan su içmeye gelen kuşlar... “Dinle! Bu, kumrunun sesidir, yumurta doğurdu... Yumurtladığında böyle öter kumrular!” derdi.

64 yaşındayım ve bu evde doğup büyüdüm, önümüzdeki haftalarda 65 yaşında olacağım... 1956 yılında ekilmiş üç yasemin ağacımız var yani ben doğmadan iki sene önce ekildiler ve hala hayattalar, hala o güzel kokularını bahçemize savuruyorlar... Milliyetçiliğin kara günlerinden önce annemle babamın burada ne kadar mutlu olduğunu hatırlatıyorlar... Üstlerine yıldırım düşer gibi düştü milliyetçilik, babamı bizden aldı ama hatırası hayatımızın her bir gününde bize hep eşlik etti...