Milliyetçiliklerden arınmış bir adamız olsun bir gün...

Sevgül Uludağ

Ölüm bizi kucaklıyor...

Ölümü unutmaya ve dikkatimizi dağıtmaya çalışıyoruz...

Ölüm her yanımızdan hayatımıza siniyor – kimi zaman bir sevdiğimizin kaybıyla başetmek, bir ömrümüzü alıyor... Annemizi, babamızı kaybetmek, asla unutamayacağımız hayatımızın bu kilit insanlarının hatıralarıyla yaşamımızı sürdürmekten başka seçenek bırakmıyor bize...

Ve hayatın kendisi, tam anlamıyla dikkatimizi dağıtabiliyor...

Yemek pişiriyoruz, evimizi temizliyoruz, gülüyoruz, seviyoruz...

Bir gün hepimizin de öldeceğimiz düşüncesini erteleyip unutmak adına hayatımızı zenginleştiriyoruz...

Ben her gün tıpkı rahmetlik anneciğimin yaptığı gibi yasemin topluyorum...

Canyoldaşım Zeki Erkut için, her gün 320 yasemin topluyorum, bazan 350, çok şanslıysam 400 yasemin toplayıp annemden kalma bir yorgan iğnesiyle, yine annemden kalma turuncu bir yumaktan kestiğim ipliğe diziyorum bunları... Canyoldaşıma hayatın tatlı kokusunu armağan ediyorum, o bu yaseminleri boynuna asıyor, ardından yatak odası penceresine – pencere hafif aralık olduğu için, her esinticikte yasemin kokusu odaya siniyor ve uykularımıza eşlik ediyor... Canyoldaşım bahçeden kestiği ful çiçeklerini de yastıklarımızın arasına koyuyor ve uykumuza ful kokusu da eşlik ediyor...

Ben ona hayatın mis gibi kokusunu armağan ederken, o da bana yeryüzünün en güzel sandviçlerini yapıyor, tavuklu ve etli pilavlar, tahınlar, talaturlar ve mezeler, tıpkı hayatın bir öpücüğü gibi hafif mahallebiler... Birlikte anlamlı, barışçıl bir hayat kurmaya çalışıyoruz evciğimizde, harika yemekler pişiriyoruz, çok güzel pastalar yapıyoruz, kahkahalarımızı ve gözyaşlarımızı paylaşıyoruz...

Daha iyi bir ada, daha iyi bir dünya için umutlarımızı paylaşıyoruz...

40 seneden fazla bir zamandan beridir birlikte mücadele ediyoruz – hayatımızın büyük çoğunluğunu barış, demokrasi, insan hakları, adamızın yeniden birleştirilmesi, karşılıklı anlayış ve empati kurulması için mücadelede geçirdik.

Kitaplar yazdık, gruplar oluşturduk, sivil toplum gruplarında, sendikalarda gönüllü çalıştık hep, yayınlar yaptık, yazdık, dergiler çıkardık, makaleler kaleme aldık, broşürler dağıttık, sokaklara çıkıp eylemlere katıldık, barış ve yeniden uzlaşma için gruplar kurduk...

Tüm bunlar hiç durmaksızın yaptık, tehditlere, kovuşturmalara, tacizlere ve yıllar boyu devam eden bize yönelik psikolojik tacizlere rağmen yaptık... İşlerimizden atılmamıza, onluksuz kalmamıza rağmen bu ada için kalbimiz büyük bir sevgi, geleceğe yönelik umutlarla doluyduk...

Hayat değişimlerle doludur, insanlar yeryüzünden ayrılır, kendi istekleriyle değil, hayatın ve ölümün kanunları yeryüzünde böyle olduğu için... Dünyamızdan ayrılanlar, yaşayanlara büyük üzüntüler bırakarak giderler... Çünkü yaşayanlar, ölenleri çok özlerler ama onlara ulaşamazlar... Geride kalan şey, hayatta kalmak için, kendimiz ve ailemiz için anlamlı bir hayat kurmak için her gün verdiğimiz mücadeledir, geride iyi bir isim bırakıp güzel anılmak için gösterdiğimiz çabadır, paylaşmaktır, sevgidir geride kalan...

Bundan 100 sene sonra Kıbrıs’ta hala yaseminler olacak mı?

İnsanlar annemin, ablamın ve benim yaptığım gibi, her gün 300-400 tane yasemin toplayıp bir ipliğe dizip sevdiklerine verecek mi?

Kıbrıs’ta hala barikatlar olacak mı? “Sen Kıbrıslıtürk müsün?”, “Sen Kıbrıslırum musun?” gibi sorular sorulmaya devam mı edilecek, bu adanın insanları olarak görülmek yerine, hala etnik kökenlerimiz mi sorgulanacak?

“Anavatanlar”ın milliyetçiliklerini izleyerek, sömürgecilerin kurmuş olduğu tuzaklara düşerek bu adada barışı tümüyle yok etmiş olmakla ne kadar aptal davrandığımız konusunda geçmişten birşeyler öğrenmiş olacak mı insanlar bundan 100 yıl sonra?

Bundan 100 yıl sonra toplumlarımız daha olgun, yaşadığımız yerle daha ilgili olacaklar mı ve birbirlerinden korkarak vakit geçirmek yerine bu adayı daha yaşanabilir bir yer yapmak için çaba gösterecekler mi?

Bundan 100 yıl sonra, 1955’te, 1958’de, 1963-64’te ve 1974’te neler yaşandığını hatırlayacak olan insan kıalacak mı? Ve eğer hatırlanıyorsa, nasıl hatırlanacak bu tarihlerde yaşanmış olan olaylar? Hiçbir sahtekarlığa kaçmadan, korkusuzca ve gerçekçi biçimde mi hatırlanacak yoksa egemen elitlerin çıkarlarına uygun şekilde mi hatırlanacaklar?

Flamingocuklar adamıza dinlenmek üzere gelmeye devam edecek mi, deniz kaplumbağaları kıyılarımıza gelecek mi, gökyüzü şimdi olduğu kadar mavi olacak mı yoksa iklim değişiklikleri adamızdaki fiziksel koşulları tümüyle değiştirecek mi? Çiçeklerimiz, bitkilerimiz, hayvanlarımız ve insanlarımız bu adada hayatta kalabilecek mi yoksa burası çölleşmenin eşiğinde tümüyle farklı bir yere mi dönüşecek?

Benim dileğim bütün bir Kıbrıs dileğidir, ağaçlarımızın, hayvanlarımızın, kuşlarımızın, balıklarımızın hayatta kalacağı, toplumlarımızın akıllıca ve kritik anlarda iyi kararlar vermiş olarak, bölücü çizgilerin, barikatların, orduların olmayacağı, yaşayanlar arasında güven, anlayış ve empatinin tesis edilmiş olduğu bir ada yaratmış olacakları dileğidir.

Kıbrıs, gerçekten de Akdeniz’de bir cennet olabilir, küçük kişisel çıkarlara, egolara, korkulara ve kalıp yargılara teslim olmazsak, milliyetçiliklere kendimizi teslim etmezsek ve birlikte çalışırsak bunu başarabiliriz...

Benim umudum önümüzdeki 100 yıl içerisinde toplumlarımızın bunu başarmasıdır – şimdiki görünüş pek fazla açılım içermese de, insaniyetin, milliyetçiliklere karşı zafer kazanacağı bir ada yaratılacağını umuyorum...


Resim Rene Magritte

(Bu yazımın Rumcası POLİTİS gazetesinin bir ekinde 7 Ağustos 2022 tarihinde yayımlanmıştır... YENİDÜZEN’deki okurlarımla da paylaşıyorum...)


Filistinli Adania Shibli’den “Küçük Bir Ayrıntı”

PEREN BİRSAYGILI MUT

“13 Ağustos 1949.

İsrail’in resmen kuruluşunun üzerinden bir seneden biraz fazla zaman geçmiş. Hapishaneler, Filistinli Araplarla dolu. Binlercesi ise, boyunlarında bir daha asla geri dönemeyecekleri evlerinin anahtarı ve yanlarında birkaç parça eşya ile yollara düşmüşler. Bundan henüz hiçbirinin haberi yok ancak bazılarının yolculuğu henüz başlamadan bitecek, ya bindikleri küçük ve kalitesiz teknelerin batması sonucu denizlerde boğulacaklar ya da sınır boylarında vurularak toprağa serilecekler.  Bazıları ise en ufak bir rüzgârda yerinden oynayan çadırlarda seneler boyunca yaşamak zorunda kalacak.

Adania Shibli, tarihin gördüğü bu en büyük trajedilerden birinin kurbanı olan Filistin halkının yeni nesil yazarlarından. 1917 yılında imzalanan Balfour Deklarasyonu’nun ardından açık bir biçimde sömürgecilik karşıtı bir kimlik ile sahneye çıkan Filistinli edebiyatçılar kısa öykü, şiir ve roman dallarında çok sayıda eser üretti şimdiye kadar. Tolstoy, Dostoyevski, Gogol gibi büyük yazarlardan yaptığı tercümelerle dikkat çeken Halil Beydes, “Mirasçı” adlı romanıyla  aynı zamanda Filistin edebiyatının ilk romancılarından kabul ediliyor. Beydes, elbette yalnız değil. Necib Nassar, Halil Sekakîni, Cebra İbrahim Cebra gibi ilk dönem roman yazarlarının yanı sıra, Gassan Kenefani gibi Nekbe sonrası ortaya çıkan ve bu türde yazdıkları ile Filistin davasını duyurma konusunda büyük bir başarı elde eden yazarlar var.  Hepsi de, edebiyatı Filistin ulusal kimliğine ait zengin tarih ve kültür alanlarıyla ilişkilendirerek toplumun hafızasını sürekli taze tutmak istiyorlar. Yani kimlik ve toprağa bağlılık motifleri daima ön planda. Bu da Filistin edebiyatının “savaşçı” bir edebiyat olmasına yol açan en önemli neden.

Lev Tolstoy’un meşhur romanı Anna Karanina’nın girişinde bir sözü vardır. “Mutlu ailelerin hepsi birbirine benzer” der ve şöyle devam eder;  “Her mutsuz aile ise kendi tarzında mutsuzdur.”  Halklarının verdiği büyük mücadeleyi, her Filistinli yazar işte tam da böyle kendi tarzında anlattı şimdiye kadar. Kuşkusuz, Filistin’in edebiyat tecrübesini inceleyen herkes, başka edebiyatlara kıyasla iki faktörün Filistin edebiyatına daha fazla etki ettiğini fark eder. Birincisi zaman faktörü. Filistin metninin belleğinde taşıdığı zaman… İkincisi ise mekân faktörü. Filistinli yazarlar için mekân yalnızca herhangi bir insanın yaşadığı yer değil, Filistin insanının yüreğinde yaşayan “mekân”dır. Dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar, bu zaman ve mekân kavramını da beraberlerinde götürürler.

1974 doğumlu bir yazar olan Adania Shibli, Can Yayınları’ndan çıkan “Küçük Bir Ayrıntı”da hem bu köklü mirasa sahip çıkıyor, hem de kullandığı konu ve özgün roman tekniği ile övgüyü hak ediyor gerçekten. Bir yandan Filistin edebiyat geleneğine ve ustalarına selam gönderiyor, bir yandan da kimseyi taklit etmeyerek kendi tekniğini ortaya koyuyor. Yani bir yazar için zoru başarıyor.

İki ayrı zaman diliminde geçen roman, 13 Ağustos 1949 günü, genç bir kızın, İsrail askerleri tarafından Nakab çölünde defalarca tecavüze uğraması ve öldürülmesiyle başlıyor. Askerler öldürdükleri kızı kuma gömerek, soğukkanlı bir biçimde yollarına devam ediyorlar.  Shibli’nin tüm bu yaşananları anlatırken kullandığı dil ve askerin çölde bir böcek tarafından ısırıldıktan sonra enfeksiyon kapan bedeniyle olan uğraşı, böceği bularak cezalandırma çabası ya da askerlerin genç kızın kokusundan tiksinerek, adeta saplantılı şekilde onu sürekli sabunlanmaya zorlamaları, kızın uzun saçlarını kısacık kesmeleri ve bu esnada kızın köpeğinin sürekli uluması gibi detaylar, tüyler ürpertici bir his bırakıyor okuyucu üzerinde. Kızdan geriye çölün ortasında alelacele kazılmış ufak bir çukur ve etrafa uçuşan siyah saç tutamları kalıyor sadece. Ve askerlerin bütün bunları çok doğal bir şekilde, içselleştirilmiş bir rahatlıkla yapmaları, Hannah Arendt’in Kötülüğün Sıradanlığı’nı getiriyor akla. Hepsi de, ruhlarında her kötülüğü yapmaya muktedir o güdüyle yaşayan, son derece sıradan tipler aslında çünkü. Eylemleri de sıradanlaşmış gözlerinde. Shibli’nin söylediği gibi “küçük bir ayrıntıdır” onlar için çöldeki bu çukur.

Romanın ikinci bölümünde zaman atlaması yaşıyoruz. Ve Ramallah’lı ofis çalışanı genç bir kadın, uçsuz bucaksız Nakab çölünün kumlarına gömülen bu zavallı kurbanın peşine düşüyor seneler sonra. Aslında herkes biliyor, Filistin’de bu tür olayların çok da olağandışı olmadığını. Hatta bunu kahramanımızın ağzından da okuyoruz satır aralarında. Ama o bu durumu takıntı haline getiriyor ve arkadaşının yardımıyla bir araba kiralayarak onun kimlik kartıyla, gerçeği araştırmak için gizlice “İsrail”e gidiyor. Zira bu korkunç olay, tam da onun doğumundan 25 sene önce gerçekleşmiş. 1949 yılının 13 Ağustos günü çölde uluyan köpek, bu kez Ramallahlı genç kadının hikâyesinde çıkıveriyor ortaya. Aralıksız havlayan ve kadının sürekli uyanmasına neden olan köpeğin, aynı ıstıraba ikinci kez tanıklık ediyor gibi bir hali var.

Adania Shibli, tıpkı klasik bir müzik parçasında, örneğin Tchaikovsky’nin 1812 üvertüründe olduğu gibi, sona doğru giderek artan bir tempoyla okurun nabzını yükseltiyor. Farklı zaman dilimlerindeki iki farklı hikâyenin, bu denli ustalıkla kurgulanması ve birbirine bağlanması, sadece Filistin romancılığına değil dünya edebiyat literatürüne de önemli bir katkı.

Tabii ki, kitabın üzerimizde bu kadar sarsıcı bir etki bırakmasının en büyük mimarı Arapçadan yaptığı titiz tercümelerle alana çok büyük bir katkı sağlayan Prof. Dr. Mehmet Hakkı Suçin. Böylesine güçlü bir kalem, bu konuda yeterli liyakata sahip olmayan ellere düşseydi çok yazık olurdu gerçekten. Suçin, sadece öğrencilerine değil, bizlere de edebî eserlerin nasıl tercüme edileceği konusunda ders vermeye devam ediyor.”

Kaynak: Yeni Şafak Kitap Eki, Sayı: 15 Ekim 2021


Kısa bir mola: Birazcık dinlenip enerji toplamak için yazılarıma kısa bir mola veriyorum... Eylül ayının ilk günlerinde bu sayfalarda buluşmak üzere...