Umut Özkaleli
Sosyal hayat ve onun beraberinde getirdiği sorunlar birbirine zincirleme bağlantılıdır. Ancak bağlantı noktalarını kolayca görebilmek maalesef mümkün değildir. Sürekli çaba gerektirir… Çabanın en çok harcanması gereken nokta da, insan odaklı sonuçlara varmak yerine sosyal yapının nasıl bu sorunları yarattığına işaret etmektir. Ancak devlet ve sosyal yapıya bakarmış gibi yapan ya da yaptığını zanneden pek çok insan da sonuçta dönüp dolaşıp bireylere ve belli insan gruplarına sorunu indirgemektedir. Devleti sorguladığımız nokta “kimleri sınırdan içeri soktuğu” noktasına kilitlenmekte ve “cebinde beş parası olmayanları memlekete alırsanız tecavüzler ve hırsızlıklar artar” denilerek devletin sorunu bundan ibaret kabul edilmektedir. Bazı kadın ya da işçi hakları savunucularının sıklıkla başvurdukları bir söylemdir bu. Kaçınılmaz bir şekilde “fakir, parasız bireyler tecavüzcüdür, hırsızdır, katildir” basit mantığına sürüklenmekteyiz. Bu sorunlu yaklaşım aslında kapitalist düzen içerisinde paraya ve paralılara verilen değer ve paralının kötü olamayacağına inandıran bir doktrinasyondan başka bir şey değildir. Milli ya da etnik temelli değildir; çünkü suçluların geldiğini söylediğimiz memleketlerin üst gelir grupları ve entelektüelleri ile diyaloglarımız ve işbirliklerimiz sürmektedir. Bu tip söylemlerin milliyetçi temeli “biz tecavüz etmeyiz, öldürmeyiz, çalmayız” yaklaşımlarıyla bir “arî ırk” yaratma noktasında oluşmaktadır.
Kendi geçmişinde “toplumsal mücadele” adı altında komşunun komşuyu öldürebildiği, kadınlara kendi toplumumuz içinde tecavüz edildiği gerçeklerini konuşup bu tarihle yüzleşemediğimiz, yüzleşerek barışamadığımız bir yapı içinde, şiddettin kendi içimizdeki varlığını inkâr ederek yaşarken, “dışarıdan gelenlere dur diyen bir devlet istiyoruz” noktasında analizini bitiren düşünceler aslında gerçekte kendi sosyal yapımız içindeki şiddete gözünü kapatmaktadır. Kıbrıslı adam hamile karısını dövdüğünde, bir başka Kıbrıslı adam döverek nişanlısını hastanelik ettiğinde, Kıbrıslı patronlar her fırsatta kadın çalışanlarını cinsel olarak taciz ettiğinde, Kıbrıslı adam karısını yakarak öldürdüğünde, Kıbrıslı baba kızını saçlarından sürükleyerek sokaktan eve götürdüğünde, Kıbrıslı adam karısını kıskançlık krizleri ile eve hapsettiğinde, Kıbrıslı anne babalar 13 yaşında çocuklarını sabahlara kadar içki ve uyuşturucu alacak şekilde başıboş bıraktığında, Kıbrıslı reşit olmayan çocuklar uyuşturucu etkisi altında “kaza” yapıp kendilerini ve arkadaşlarını öldürdüklerinde, Kıbrıslı anneler ve babalar bebeklerini tavernaya götürdüklerinde, Kıbrıslı babalar oğullarını pantolon kemeriyle dövdüklerinde, Kıbrıslı adam karısına tecavüz ettiğinde, Kıbrıslı öğretmenler ve okullar “sorunlu çocuk” diye reşit olmayan bir çocuğu okuldan atıp fuhuşa sürüklenmesine yol açtığında, Kıbrıslı eşcinsel birisi yaşadığı toleranssızlık ve reddedilmeden ötürü intihara sürüklendiğinde, Kıbrıslı bir gazeteci öldürüldüğünde ve cinsel yönelimi öne sürülerek bu cinayet önemsizleştirildiğinde, eşcinsel bireyler -politikacılar da dahil- cinsel yönelimlerini saklamak zorunda kaldıklarında, Kıbrıslı adam evine gelen temizlik işçisine cinsel tacizde bulunduğunda, Kıbrıslı erkekler devlet eliyle pasaportlarına zorla el konan seks işçilerini satın aldıklarında, bu şiddet biçimleri, zihinsel kırılma noktalarımızda hep “istisnalar” olarak kalabilmektedir.
Yukarıdaki örnekler çarpıcı hipotezler değildir. Hepsi yaşanmıştır. “İstatistiklere baktığınızda durum ortadadır; Kıbrıslılar değildir bunu yapan” diyen bazı yazarlar da hiç kuşkum yok ki bu tip Kıbrıslıları tanımaktadır. Ama dile getirememektedirler ya da kabullenememektedirler, hatta belki radarlarında bile değildir. Çünkü inançlarımızı kıran bilgilerle yüzleştiğimizde, bu, zihnimizde bir uyumsuzluk yaratır ve bu uyumsuzlukla devam etmemiz mümkün değildir. Yeniden dengemizi bulmak için iki seçeneğimiz vardır. Bir, inançlarımızı değiştirmek. İki, inançlarımıza sadakat göstermeye devam ederek o inançları destekleyen bilgiler aramak. İnançları değiştirmek genellikle çok zor, çoğu zaman psikolojik olarak acılı olduğu için de kendi inandıklarımızı destekleyecek bilgilere yöneliriz. O yüzden inançlarımızın tersine düşen bilgileri ya “istisna görürüz” ya yalanlayan kanıtlar ararız ya da beynimize kaydetmeyiz.
Gazetelerden okuduğumuz haberlerin sansasyon yaratma boyutu ortadadır ve ırkçılık, ötekileştirme ve dışlayış düzeyine göre de sansasyonun düzeyi kimin yaptığına göre değişik sunulmaktadır. Fail bizi doğrulayacak şekilde “bizden biri” değilse kimliği önem kazanmaktadır, “bizden biriyse” kimlik arka plana itilmektedir. Yasalara gelince, yasalar sosyal olarak inşa edilmiştir. “Suç” dışarıda duran somut bir gerçeklikten ziyade inşa edilmiş ve birileri tarafından kurgulanmıştır. Genellikle de objektif olmak yerine hâkim grupların subjektif pratikleri ile hayat bulmaktadır. Aynı fiili yapan iki şahıstan birisi suçlu olabilir, ötekisi hiçbir zaman suçlanmayabilir. Polisten kaçarken arabası takla atan genç gazetelere manşet de olabilir, polis tarafından sessiz bir şekilde ailesine de teslim edilebilir. Reşit olmayanlara içki satan işletme sahipleri yasa dışı bir şey yaptıkları halde başlarına hiçbir şey gelmeyebilir. Kaçak işçi çalıştırmak yasal değilken, insan onuruna yakışır bir kalacak yer sağlamak işverenin sorumluluğundayken, kaçak çalıştırılan ya da tuvaleti, suyu ve elektriği olmayan yerlere yerleştirilen işçilerle ilgili olarak müteahhitlerin başına hiçbir şey gelmeyebilir. Amerika’da “crack” içen siyahlara öngörülen cezanın, “kokain” içen beyaz zenginlerden çok daha yüksek olması örneğindeki gibi aynı suç farklı cezaya bile tabi tutulabilir. Kokain ve crack arasındaki fark, kokainin yalnızca daha “kaliteli” olmasıdır, yani daha pahalıdır. İstatistiklere baktığınızda elbette Amerika’daki ırkçı çevrenin en büyük argümanı “siyahların daha çok uyuşturucu kullandığı, suça daha yatkın olduğudur”.
Devletin bu ülkeye girişleri düzenlemesi pek çok açıdan gereklidir. Ancak bu düzenlemelerin bizim kendi kültürümüz içinde var olan şiddeti sonlandıracağı yanılgısı sorunlarımızı biraz daha ertelemekten başka bir sonuç getirmemektedir. Her kültürün kendi içinde şiddet biçimleri olduğunu, bunların farklı şekillerde ortaya çıktığını ve farklı şekillerde de susturulduğunu konuşmak, irdelemek, düşünmek, inkâr etmemek zorundayız. Kendi çocuklarımız, kendi akrabalarımız şiddet uyguladıklarında bunları şiddetin dışına çıkarmadığımızda, tanımları esnekleştirmediğimizde ancak o zaman kendi toplumsal kültürümüz içinde şiddeti tanıyabileceğiz ve üzerinde düşünmeye başlayabileceğiz. Bunu da ancak kendimizi “şiddetsiz, saf, temiz bir toplum” hayalinden kurtarıp her toplumun içinde var olan şiddetin bizde nasıl oluştuğunu sorguladığımızda, bizde şiddetin ortaya çıkış biçimlerini araştırdığımızda, kendi toplumumuzdaki sosyal problemleri görmeye ve anlamaya karar verdiğimizde dayanışma içinde yapacağız.