MİNAREDEN AT BENİ!..

İnsanoğlu evrenden korkarmış. Doğrudur. Devamlı onunla hesaplaşması bu korkunun verdiği bir güdülemedir de ondan. İnsan evrenle hesaplaşıyor mu? Evet.

İnsanoğlu evrenden korkarmış. Doğrudur. Devamlı onunla hesaplaşması bu korkunun verdiği bir güdülemedir de ondan. İnsan evrenle hesaplaşıyor mu? Evet.

Neden? Kendimizle hesaplaşmamızın sonu gelmediği gibi, evrenle hesaplaşmanın da sonu gelmez!

 Metin And’ın “oyun” üzerine bir yazısını okumuştum. Bugün aklıma nedense o yazı geliverdi. Yeniden okudum ve böylece “insanın değişmeyen bir yanı evrenden korkusu” sözüyle başlamak istedim. Zaman içinde insan kendini, onca renge rağmen, renksiz bir gökyüzü altında hisseder. Ve bunun sorumlusu da ilkin farkında olmadan kıyısında oturup “Ah! Huzurluyum kendimle olmaktan” dedirtip; daha sonra da apansız açılan boşluğa doğru iteleyen zaman zaman yaptığımız iç hesaplaşmalar çukurudur. Ne diyoruz, böylesi durumlarda?

“Kendimle kalıp, konuşmak istiyorum!”

 

Çok yakın bir sanatçı dostumun atölyesindeydim günlerden bir gün. Bana eskiden yaptığı resimleri gösterdiğinde dehşete kapıldım. Bunlar senin mi? diye sorduğumu hatırlıyorum. “Evet” yanıtını aldıktan sonra da: “Neydi böylesi bir iç hesaplaşmanın nedeni?” diye sormadan duramadım. Hemen cevapladı:

 

“Kuyu!”       

“Nasıl yani?”

“Birisi beni bir kuyunun içine itti ve fakat aşağıya inip tutmayı unuttu” dedi.

“Kuyuya bir deli taş atar, kırk akıllı çıkarmak için uğraşır” dedim.

“Ama ben taş değilim ki, Dilek!” demesiyle benim eklemem de bir oldu:

“E, ben de seni kuyuya atan deli değildim.”

İşte size diyaloglarla kurgulanan basitçe bir oyun!

 

Velhasıl iç hesaplaşmaların fendi ressamı yendi mi? Yok. “Hesaplaşma” bir oyun. Nasıl mı? “Tanrıyı ve insanları deneme!” diyor Nietzche. Nedense felsefe öğretisi kendi çağına tümden bir karşı çıkış olan bu Alman varoluşçuya aldanmıyoruz. Bu nedenledir ki birçok şeyi belki de kaybedişimiz. İnsan daha da güçlü olmayı istemez mi?  Ayakta durup boşta kalan elleriyle alet yapabilme fikrine erişen ilk insandan bugüne bu bir yaşam kuralıdır. Kısaca yaşam oyundur. Oyun, boşta kalan zamanı değerlendirmek, oyalanmak, sırf keyfine icra edilen bir eylem olmanın dışında evrenle alışveriştir. Anlamındaki semantik kaymalara rağmen zamana ve coğrafyaya göre fiilen değişebilen “oyun” sonuç olarak insanın evrenle hesaplaşmasının bir sonucudur.

 

Örnek mi? Mağara resimleri.

 

Metin And oyunun yalnızca oynanmak için yaptığımız bir şey olmadığını vurgular. Peki, o zaman nedir oyun? İlk cümleye başlarken sorduğumuz gibi kozmosla/evrenle ilgili olmalıdır. Bugün bile hala hayatımızda evrene karşı korkular mevcut, bilinmezlere karşı bilme isteği ve devamlı hesap-sonuç ilişkisine dayalı “hesaplaşma” süreci devam ediyor. Her an İstanbul’u yerle bir edecek bir deprem bekleniyor. Zamanı hesaplanmaya ve alınacak önlemlerle zararın azaltılmasına bilim insanları çaba sarf ediyor. Sonuç olarak ister deprem veya küresel ısınma olsun bilinmeyen çözülmeye çalışılırken bile “hesaplaşma”, evrene bence kafa tutma güdüsü, farklı coğrafyaların insan popülâsyonunu teğet geçmiyor. İlk insan doğayla hesaplaşmasını oyun ve büyüye dayalı dansların sonucunda mağara resimleriyle yapmıştır. “Hesaplaşma” sanatın öyküsünün a,b,c sini farkında olmadan yazarak, bir başka boyuta geçivermiş. Gelelim bireysel hesaplaşmaya ki günümüz insanının bence önde gelen sorunu. Hatta doğal afetleri, küresel ısınmayı, depremi, ozon tabakasının delinmesinin önemini bile ikinci sıraya atabiliyor günlük yaşam içinde. Çağdaş denilen “yoğunluk” kavramı bir o kadar uzaklaştırıyor bizi önce kendimize sonra da birbirimize. Başta “güven” eksikliği ve sonrasında bir zincir gibi eklenen huzursuzluk, sevmeden sevilmek, yaralanmak, acımak, acıtmak ve daha nice olumsuzluklar ekiliyor birer birer bireylerin arasına. Ne güzel söylemiştir Ahmet Altan “Ten ve Hüzün” adlı yazısında: “Sevmeden sevilmek, dokunulmadan dokunmak, yaralanmadan yaralanmak, acı çekmeden acı çektirmek, zırhlarımızı, akıllarımızı, hesaplarımızı bunları elde etmek için mi kuşanıyoruz?  

 

Onun için mi deneyip duruyoruz sevdiklerimizi?”

 

***

 

Dört yıl önce bir ressamın hayatı beni çok etkilemişti. O sıralarda açılan sergisinin de verdiği etkiyle bir yazı yazmıştım. Bu hafta sizinle paylaşmak istiyorum; öykülerin suskun nakkaşı için yazdığım üç beş satırı. Böylece ben de kendi yazımla “hesaplaşma” cesaretini göstereceğim sil baştan! Yazıcı kendini sınamaktadır!

 

Eğer kendinizi vererek, resimlerdeki her çizginin takip ettiği rotayı izlerseniz Deniz Bilgin’i anlatanların ortak bir noktada/tek bir cümlede birleştiğini görürsünüz. Sayfalar arasına sıkışmış sanatçının yaşamına dair şifrelerdir, bu cümleyi oluşturan sözcükler: “Dünyanın yaratıldığı anı bekler gibidir onun resimleri”. Kaosun sarmaladığı toz bulutları durulunca mı çıkar renkler ortaya? Yoksa yeryüzünü yarat ki ayağımı basacak mekânım olsun diyerek işe mi koyulmuştur, bu dünyaya ait olmadıkları her hallerinden belli olan ressamın figürleri, hayvanları ve başkalaşım geçiren bedenleri? İçinde binlerce görüntüyü besleyen bulut, demir atmıştır bir kere onun yaşamına. Ressamın elinin altında gezinen kâğıdın her santimetre karesine bırakmadan çizgileri, lekeleri ve sanrıların sancısını, hissettiğimiz fantastik figürlerin çekilmeye niyeti olmamıştır, onun yaşamından...

 

Her resmin üzerinde farklı bir figürü gözlemlerken bir araya geldiklerinde, birlikte yaşadığımız insan kalabalığının küçük bir ölçeğinin Deniz Bilgin’in uslanmayan, durulmayan kalemine yansıdığını görmek ürpertiyor bir anda insanı. Bu nedenle de plastik bir anlamlandırma çabasına girmeden, kendisine nasıl bakmamızı istediğini veya resimleriyle nasıl bir ilişki kurulması gerektiğini, bedenleri deforme olan insanların bakışlarına gizliyor. Hemen hemen tüm yüzeylere genellikle tekil olarak yerleşen figürleri, mekânda bir araya getirdiğimizde içinde kaybolduğumuz dünyanın görüntülerine karışan insanların kalabalığıyla karşılaşıyoruz. Çünkü hepsi -teknik olarak farklılıkları bir yana- hiçbiri birbirine benzemez. Durum böyleyken, fiziksel benzerliğin örtüşmediği bu figürlerde aynı zamanda içsel titreşimlerin yönlendirdiği karakter farklılıklarını hissederek Bilgin’in dünyasının kapılarını biraz daha aralayabiliyoruz. Figür ve bitki yoğunluğunun fışkırdığı kapıların ardına geçmeye kim cesaret eder? Çeşitli motiflerle zenginleştirilen ve genellikle bu motiflerin bazı yüzeyleri örgü gibi, milimetrik boşluk bırakmayacak şekilde giriftleştirdiğini düşünürsek; “kurgusal” bir yapıda fantastik tatlar verdiğini söyleyebiliriz. Ama gerçek şu ki, benim kanaatim tüm bu fantastik bileşimlerin “gerçeğe” ve özellikle de ressamın gözüyle “hayatın” gerçek karelerine ait olduğudur. Her bir figürü tek başına ele alırsak, etrafını saran insan kalabalığı içinde yabancılaşan ve kendine ait olduğu zamanı/mekânı arayan bir beden ile eşleştiğini hissederiz.

 

Şifreleri çözümlemek derken aslında dikkat çekmek istediğim nokta tüm bu bilmecemsi örgü yumağının fantastik, hayal ürünü/mitolojik olarak Bilgin’in resimlerinin ilk anda izleyici üzerinde bıraktığı genel etkinin doğal/içerikte farklı anlamlar taşıdığıdır. Çözümlenmesi gereken önemli bir olay, ok ucuyla gösterilmeye çalışılan kelimeler değil; çizgilere kendini kaptırıp farklı bir gözlükle dünyayı ve buna bağlı olarak kendi yaşamının örtülerini kaldırıp çevresine mesajlar ileten bir ressamın ruhsal devinimleri olmalıdır. Her zaman bir yapıtı mercek altına alırken “toplumsal” bir iletinin var olduğundan bahis açar, bazı olguları masaya yatırır, kendimize göre keser biçer ve estetik bir yapı oluştururuz. Söz konusu “Deniz Bilgin” olunca durum değişiyor. Toplumsal olgulara karşı ironik bir tutumdan çok, bireysel bir bakışın varlığını hissediyoruz. Belki bu nedenle tüm figürler yalnızlıkla boğuşuyorlar. Daha doğrusu kendi bedenlerinin çarpıklaşan biçimlerinde sanki masal yaratıklarıymış gibi bir izlenim bırakıyorlar. Ama burada sözün görsellikle kurduğu yüzük kardeşliğinin dışında, yani çocuk gözüyle ele alırsak masalın ötesinde gerçek yaşam/lar söz konusudur. Sanatçı “öznel” bir tutuma doğru ilerlerken onun figürlerinin dünyaya kapalı, sadece kendi yaşamları içinde yoğrulduklarını söyleyebiliriz miyiz? “Evet” mi, “Hayır” mı? Durum bu noktaya sürükleniyorsa eğer “Acaba, ne demek istiyor Deniz Bilgin?”.

 

İşte size bir ressamdan kısa bir oyun!

 

Deniz Bilgin 8 Kasım 1999 tarihinde Ankara’da öldü. Nasıl öldüğünü anlatmak istemiyorum. Çünkü sözün bittiği yerdeyim. Ama ölmeden önce yapmış olduğu son resmini sizlerle paylaşmak istiyorum. Başsız ve ayaksız, mekânından ve belleğinden ayrı düşmüş bir bedenin resmidir söz konusu olan:

 

“Minareden at beni, in aşağı tut beni!”

 

Bu bir oyun muydu?

 

Resmin zemin dokusuna karışan yazı oyunun adını koymuştu. Biri eksik biri fazla iki bedenin karanlıklara saklanmış oyununun perde arkasında bir ressamın günlük notları… Sonu anlamlandırmak için bazen geriden başa doğru uzayan ironik bir zinciri halka halka yine kendine eklemek gerekiyor. İmkânsızlığa tutunmanın umudu, güven duyulacak bir elin omzuna hafifçe değmesini beklemek, masal ülkesinin içinde.

 

Kelimelerin tükendiği noktaya hazır bir dalga gibi vurmuşken, son söz:

 

Yazımla hesaplaştım!

 

Yaşam, Deniz Bilgin’i boş bir binanın çatısından kendini boşluğa bıraktıracak kadar sınamıştı!

 

 

 

 

        

 

 

 

 

 

 

 

 

Arşiv Haberleri